8 Şubat 2018 Perşembe

Çİ (ÜÇLEME: Fİ-Çİ-Pİ, #2)

Kitap adı: Çi
Yazar adı: Azra Sarızeybek Kohen (AKİLAH)
Orijinal adı: Çi
Ülke: Türkiye
Özgün dili: Türkçe
Anadilinde 1. Baskı: 2014
Okuduğum Baskı: Destek Yayınları, 239. Baskı, 2017, 
   Akilah Azra Kohen’in Fi, Çi ve Pi isimli kitaplarından oluşan serisinin ikincisidir Çi. Bu üç kitap bir araya gelince tüm parçalar tamamlanıyor dolayısıyla kitabı da yorumlarımı da okurken sıradan şaşmamanı tavsiye derim :) Fi hakkında yazdıklarımın üzerinden devam ediyorum anlatmaya...

(Fi'ye buradan ulaşabilirsin.)

(Pi'ye buradan ulaşabilirsin.)








   “Çi” romanının olay örgüsüne kısaca göz atalım: Çi, yaşam enerjisi anlamına gelir ve kitabın Fi’ye göre daha hareketli hayatlara başlayan karakterleri düşünülünce neden kitaba bu isim verildiği anlaşılır. Bence esas nokta, Can’ın Duru’ya kavuşmasıyla kendi yaşam enerjisine kavuştuğunu hissetmesidir. Bu durumun umulmadık sonuçlara yol açacağından herkes habersizdir... Can’ın tüm çabaları sonucunda Duru’nun Can’ın evine gidip onunla birlikte olmasıyla sona ermişti Fi. Çi’nin başlarında Duru Can’ın kendisine olan yoğun ilgisinin keyfini çıkartır. Can için dünyada bir tek Duru vardır, hatta iş için iki saatliğine evden çıkmak bile ona azap gibi gelmeye başlamıştır. Deniz, Duru’nun Can’a gittiği o ilk gece, Duru’yu her yerde arayıp bulamıyorken Duru’yu Can ile birlikte televizyonda görünce yıkılmıştır. Deniz artık duramaz buralarda ve bir köye giderek işçi olarak çalışmaya başlar. Suskundur artık Deniz, beyninin içindeki müzik de susmuştur dolayısıyla artık joint de kullanmasına gerek kalmamıştır. Duru ise zamanla Can’ın hastalıklı ilgisinde bunalmaya başlar ve Deniz’in kendisini aslında sevdiğini anladığında kendi pişmanlığı içinde hapsolur. Bu arada Bilge, Can’ın asistanı olarak çalışmaktadır ve hayatını düzene sokmayı başarabilmiştir. Özge, dergisi ile ünlülerin gerçek yüzlerini halka gösterirken Sadık’ın kendisine olan ilgisine karşı direnmektedir. Sadık ise Özge’yi kendi camiasındaki kötülüklerden korumaya devam eder. Can’ın Duru’ya olan hastalıklı takıntısı Duru’yu en sonunda yıldırır...

   “Çi”nin genel bir özetini de eklemek istiyorum: Can Manay istediğine en sonunda kavuşur ve Duru’yu elde eder. Duru kendi ayaklarıyla Can’a gelir ve birliktelikleri başlar. Deniz, Duru’nun Can’a gittiği ilk gece her yerde panikle Duru’yu arar, hatta polise bile gider fakat televizyonda Can ve Duru’yu bir arada görünce Deniz’in dünyası başına yıkılır. İhanetin ağırlığı çok ağırdır elbette. Deniz bunun acısına daha fazla dayanamaz ve şehirden uzaklaşır. Küçük ve gelişmemiş bir köyde işçi olarak çalışır. Önüne ne konulursa yer, suskunluğunu bozmaz, itiraz etmez, yetişkinlerle konuşmaz fakat köydeki çocuklarla pek güzel anlaşır. Eskiden kafasının içindeki müziğin altında ezildiği için sık sık joint kullanan Deniz, artık müziği duymuyor, hâliyle joint de kullanmıyordur. Deniz’in içindeki müzikle birlikte yaşam enerjisi de ölmüştür adeta...

   Duru, Can’ın evince yaşamaktadır. İlk başlarda, Deniz’in son zamanlardaki ilgisizliğinden dolayı Can’ın kendisine olan yoğun ilgisi Duru’yu çok mutlu eder fakat bu mutluluk bir süre sonra yerine hapis hayatına bırakır. Can zamanla hastalıklı ruhunun etkisiyle Duru’yu kimsenin görmesini istemez, dans etmesini istemez, iş hayatına, dansına, tüm özgürlüğüne engel olur. Duru bu durumdan çok bunalır ve kaçmanın yollarını arar. Özgürlüğünün elinden alınmasıyla, gördüğü ilgiden duyduğu haz bitmiştir... Duru bir gün Can’ın evinde gizli bir kamera odası olduğunu fark eder. Can’ın bu eve taşındığından beri Duru’yu izlediği çok açıktır. Bu takıntısı Duru’yu korkutsa da kameraları görünce ilk yaptığı şey Can’a ilk geldiği gece Deniz’in ne yaptığına bakmak olur. O gece Deniz’in yana yakıla kendisini aradığını görür. Gözlerine inanamaz ve Deniz’in kendisini aslında çok sevdiği ve Deniz’le birlikteyken çok mutlu olduğu gerçeğiyle yüzleşir Duru. Deniz’in sanat projesinden dolayı kendisiyle ilgilenmediği zamanlarda aslında kendisine olan sevgisinin azalmadığını, sadece sanat aşkıyla meşgul olduğunu kabullenir Duru en sonunda. Pişmanlığının tarifi yoktur. Can’ın bir ruh hastası olduğunu anlaması, hapis hayatı yaşamaya başlaması, Canın kendisine olan takıntısı, Deniz’e yaptığı haksızlık Duru’yu saran pişmanlıklar yığınıdır artık ve Duru bu mutsuzluktan kaçış yolları aramaya başlar.

   Can, Duru’nun evi yakarak kaçmaya kalkmasının ardından onu ilaçlara boğarak uyutmaya başlar. Bu süre zarfında onunla birlikte de olur. Uykusundayken defalarca tecavüze uğrayan Duru, uyanmasının ardından Can’ın yanında mutlu gibi rol yaparak, ısrarla ondan kurtulmanın yollarını arar. Can ise artık Duru’nun dışarı çıkmasına bile izin vermez.

   Can’ın hastalıklı takıntısı Eti’yi çok endişelendirir. Geçmişte eski sevgilisi Çiçek’e yaptıklarını hatılatır, aynısını Duru’ya da yaşatmaması için  Can’ı defalarca uyarar fakat Can ona kulak asmaz.

   Özge, dergisini çıkararak ünlülerin gerçek yüzünü insanlara göstermeye devam eder. Artık halk Özge’yi sevmektedir ve dergisini büyük kitleler okumaktadır. Sadık Murat Kolhan, Özge’yi araştırmaya, onu kazanmaya çalışmaya devam eder fakat Sadık’ın medya patronu olmasını sağlayan hayatı Özge’nin karşı çıktığı olgunun ta kendisidir. Adalet savaşçısı olan Özge için Sadık’a kendini kaptırmamak tek yoldur. Sadık ise Özge’yi tehlikelerden korumaya devam eder.

   Bile, Can’ın asistanı olarak çalışmaya devam eder. Can’ın televizyon programına sunucu olarak çıkınca okuldaki insanların dikkatini çekmeye başlar ve ilk kez okul partisine davet edilir. Partinin sonunda, içte içe hep aşık olduğu Murat ile birlikte olurlar fakat aradan kısa bir süre geçtikten sonra Murat polisler tarafından dövülerek öldürülür. Murat’ın gidişi Bilge’yi yıkar. Doğru’nun Bilge’nin üzüntüsünü hissedip ona sarıldığı sayfa Doğru’nun algılarının aslında ne kadar açık olduğunu fark edebilirsin.

   Ada’nın Göksel ile derin fakat yaşanmayan bir ilişkisi vardır. Göksel Ada’nın müziğine aşıktır. Adat, Göksel’e aşık olmasa da onunla akşamları müziğini paylaşır. Ada Deniz’e aşık olsa da Göksel ile vakit geçirmek ona iyi gelmektedir fakat Ada bir gün Göksel ile birlikte olmak istediğinde Göksel geri çekilince Ada çok sinirlenir. Göksel’in bunu çocukken tacize uğradığı için yaptığını bilemez. Ada sonradan Tugay ile tanışır ve reklam müziklerini yapan ünlü bir müzisyen olur. Deniz’in müziğini de sattığı için Deniz onu hiçbir zaman affetmeyecektir. Ada şöhret ve zenginlik elde eder fakat Tugay onu uyuşturucu batağına sürükler.  Gerçek sanattan da uzaklaşan Ada hayatını mahvettiğinin farkında değildir.

   Şaşırtıcı bir şekilde Duru, Can’dan kaçmayı başarır. Yurtdışında başarılı bir dansçı olur. Can Duru’suzluğa dayanamayıp bunalıma girer. Onu bu hüsrandan çekip çıkaran Bilge ile yaptığı evlilik okuyucuyu şaşırtır ama Can için Duru’nun aşk, Bilge’nin ise dostluk ve huzur olduğu çok açıktır. Can Bilge ile huzurlu hayatını sürdürürken bir gün Duru’nun izini bulur...




Fİ-Çİ-Pİ HAKKINDAKİ YORUMLARIM:

   Kitaptaki her karakterin temsil ettiği anlamlar var. Özge’nin mücadeleci ruhu ve Deniz’in kendi hayatındaki savaşla uğraşırken öğrencilerini unutmamasının naifliği, hayatımıza dönüp bakınca kaçırdığımız pek çok gerçeği gözler önüne seriyor. Bilge’nin her zorluğun içinden çıkan mükemmel karakteriyse gerçek ötesi bir hayranlık uyandırıyor bende. Can Manay’ın ülke çapındaki ünü biraz abartılmış gibi dursa da böyleleri yok mu dersin? Yalnızca psikolog değiller de başka mesleklere mensuplar. Sonlara doğru Atakan’ın Can’a olan benzerliğini Bilge’nin fark ettiği andan, Can Manay’ın esas kimliğinin kökeninin açığa çıktığı ana kadarki süreç ise kurgunun ne kadar dolaylı yoldan başladığını gösteriyor serinin en başından itibaren. Öte yandan, bir erkeğin kadına sahip olması gibi ataerkil tanımlamalar bulunması eleştirilmeyecek gibi değil. Yazar bu tarz söylemleri Can Manay’ı yermek için yapmıştır umuduyla okudum ama pek öyle değildi maalesef. Sadık Murat Kolhan ise geçmişteki hatalarımızın yakamızı bırakmadığının ve köreltilmiş bir vicdanın somut hatalardan daha geri dönülemez bir yük olduğunun kanıtıdır bence. Göksel kitabın en can alıcı karakteri, başkahraman o değil aslında ama onda adını koyamadığım bir şey var. O iri görünümünün ve hoyrat davranışlarının ardındaki acı çeken çocukluğu, seriyi hiç beğenmeyenlerin bile tek dayanağı olabilir. Göksel anlatamadığım ama en çok benimsediğim karakter, başroldeki Can ve Duru’yu okurken hadi artık Göksel’in olduğu sayfalar gelsin diye sabırsızlanıp durdum. Kitapları okuyunca Göksel’i yeterince anlatamadığımı fark edip beni eleştireceksin belki de. Ada’ya çok kızacağını tahmin ediyorum yaptığı bir düzine hatadan ötürü ama hayır, kızma çünkü o Can gibi değil, ne yaptıysa kendine yaptı Ada, Göksel’in içini gördüğünü sanarken yaşattığı hayal kırıklığı hepimizin kendimize ettiğimiz kötülüklerin metaforudur belki de. Ali ise keşke gerçekten var olsaydı, Doğru onun içindeki güzelliği ilk karşılaşmalarında anlamıştı. Buna şaşırmamak lâzım çünkü Doğru zeki. Otizmli ama zeki demiyorum, otizmli ve zeki diyorum. Otizm hastalık değil, Doğru’ya bahşedilen bir yetenek. Duru’ya verilen değerin bin katını hak eden bir yetenek. Duru mu? Duru güzel bir kadın ve yetenekli bir dansçı. Karakteri mi? Boş ver, kitapları okurken anlarsın zaten Can ve Duru’yu. Hem başrol onlar. Buna rağmen niye mi boş ver yazdım? Çünkü ben asıl güzelliği Can ve Duru’da bulmadım.

   Ben asıl güzelliği Göksel’de, Göksel’in beslediği köpeklerde, herkesten sakladığı duygusallığında, eylemlerde kurtardığı kızda; Bilge’de, Bilge’nin olgunluğunda; Doğru’da, Doğru’nun zekâsında; Ali’de, Ali’nin sadakatinde; Deniz ve Özge’nin fedakârlıklarında buldum. Bu arada, kitapta anlatılan çoğu olayın bizim ülkenin gerçeği olduğunu fark edersin umarım, fark edersen neden burada özgürce anlatamadığımı da anlarsın zaten… Eti’ye önceleri kızardım ama Can’ın mentoru olsa da hayat ona ikinci bir şans verdi bence. Özge’nin sohbet ettiği Muammer Bey’in Eti’den bile daha derin sözleri olduğunu keşfetmelisin yalnız. Gerçi, mesaj verme isteğiyle yazarın günlük sohbetlerin içinde uzun ve deneme bazlı konuşmalar eklemesi, kitabı gerçek hayattan keskin bir çizgiyle koparıyor ve bu da kitabın roman olma özelliğine aykırı bir hava veriyor. Bu durum serinin son kitabı olan Pi’de daha baskın olduğu için ağır bir roman olmasından ziyade okuyucuya konuşan karakterin değil, yazarın düşüncelerini okuduğunu hissettiriyor. Bu durumun net bir şekilde kurguyu bozduğunu düşünüyorum. 

   Bilge’nin hız tutkusu da önemli bir detay, saçmaladığımı düşünme lütfen çünkü Bilge gaza bastıkça durağan ve yorucu hayatına dair derin düşüncelere dalıyordu, bazen arkamıza yaslanıp yaşadıklarımızı analiz etmenin ve acıyı anlamlandırmanın açık bir örneğidir Bilge. Serinin sonunda Ali’nin omuzlarında taşıdığı küçük Tansel ise seni ve beni değil, şimdiyi değil; bizim geleceğe bırakacağımız dünyayı simgeliyor, biz ne yaparsak o kalacak geleceğe…


   Farkındalık, acıyı anlamlandırmak, güneş enerjisi panelleri, gerçek gazetecilik, sadakatsizlik, güç ile insanlara sahip olunabileceği yanılgısı, otizmli insanların içindeki cevher, ayçiçeği tarlasının ortasındaki otizmli çocuğun herkesten büyük aklı, dansın görkemi, sanatın göz önünce olmak için yapıldığında sanat olmaktan çıkması, evrenin getirdiği şanssızlık karşısında yılmayanların sonunda kazandığı bir dünya, Yaradan’ın anlattıklarını bir kez bile açıp okumayanların sapkınlığı, hakkın kitabının içindeki hakikati anlamak için beynini kullanman gerektiği, Allah ile arana aracı sokmadan onu anlaman için göstermen gereken çaba, halkın gözünün açılması için bir kişinin karanlığa savaş açması değil, bir kişinin geri kalan tüm topluma örnek olması gerektiği gerçeği, insanın kendinden üstün duygulara kapılınca yaşadığı hazin sonlar, kardeşliğin acılara göğüs geren gücü, şehvet ile huzur arasındaki gelgitler, üniformaların ruhu da örtmemesi gerektiği, hayvanlara edilen zulmün dünyanın en büyük adiliği olduğu, bilimin özümsenmesiyle gerçek felsefenin anlaşılabileceği, aşkın elde etmek değil de sessiz bekleyişler ve emek olduğu, tecavüzün acımasızlığı, hakkı aramak için sesini çıkaranın başının ezildiği gerçeği, sanatın reklam müziklerini süsleyen boş notalarda değil de bir kemanın aşkında saklı olduğu gerçeği, dans ile müziğin uyumu ve bir de sokak, bütün o görkemli ve zengin salonlardan ziyade sanatın aktığı gerçek sokaklar …

   Bütün bu saydıklarımı gördüm bu seriyi okuyunca. Lütfen sen de gör, anla… Anlamak zorundasın çünkü insan olmanın gereği ruhun oturduğu yerde saklı. (Serinin bir bölümünde anlatılıyordu; Descartes epifiz bezini ruhun oturduğu yer olarak tanımlarmış ve uzak doğu felsefesinde bahsedilen üçüncü göz de beynin tam ortasında bulunan bu epifiz beziymiş. İnsanlara paketli yiyecekler ve musluk suyu aracılığıyla verilen sodyum klorür kişileri depresyona sürüklemekle kalmıyor, aynı zamanda kişiyi karar vermekte zorlanan ve yönetilebilir biri hâline getiriyormuş. Sen öyle olma, sorgula…)

   Bu saydıklarım açıkça barınıyorken Fi, Çi ve Pi’nin içinde, çoğu insanın Can ve Duru’dan ibaret bir aşk hikâyesi görmesini hiçbir zaman anlamlandıramayacağım. Unutma, ayın hep aynı yüzünü görürüz. Bu yüzdendir ki görünmeyen yüzüne ayın karanlık yüzü derler ama ayın öteki tarafı da Güneş ışığı alır, görmediğimiz için karanlık olduğunu sanmayalım diye yazmış Azra Kohen bu üç kitabı…

   Beynini maddelerle veya yalanlarla uyuşturarak kaçmak yerine acıyla yüzleşmeyi seçtiğinde keşfedebilirsin ancak yaradılışındaki nedenini, Deniz gibi. Böylece acı biter ve başarıyı ve huzuru tadarsın en sonunda. Arkanı da kollamalısın, Deniz’in başlarda Can’a güvenerek yaptığı hatadan ders çıkararak. Son olarak, okumana eşlik edecek müzik ararsan kitapta Ada ile Göksel’in müziği olan Samuel Barber’ın Adagio for String’ i öneririm. Serinin sonlarında Deniz’in yarattığı Sokak’ın gerçek olması dileğiyle…




“Çi” romanının içinden çekip çıkardığım alıntıları bulabilirsin aşağıda:

·         Hayat, insanın kendi potansiyeline ulaşabilmesi için dikkatle, incelikle, muhteşem bir zekâyla dizayn edilmiştir. Yapman gerekeni yapamıyorsan, olamıyorsan, doğamıyorsan hayat çok acıtır, anlaman için hırpalar, yorar. Seni sen yapabilmek için ne gerekirse yapmaya hazırdır.

Asla rahat bırakılmazsın.
Öylesine, anlamsız varolmazsın.
Mutluluğa saklanamazsın.
Öyleyse acına sahip çıkmalısın!
Çünkü acı, bilginin bedene inmesidir.
Bilgiyi bedene indirmeli, olman gereken şeye dönüşmelisin.

   Bu kitap 'kendine gelmek' için burada olduğunun farkına varabilenlere yazıldı. Fi ile çıkılan yolculuğun tek durağıdır Çi. Sadece farkındalığa giden, değiştiren, mutlaka geliştiren bir yoldur bu ama sunduğu seks, macera, intikam, ihtiras sizi aldatmasın, zordur.

   Hayatı değil sistemi yaşadığımızı fark edenler, harekete geçmek için işaret bekleyenler, umursamayanlara karşı umursayanlar, hissedemeyenlere karşı hissedenler adına ve kendi tekamülünde kaybolmuşlar için yazılmış, dengeye adanmıştır. Hayat harekete geçen herkesi varması gereken yere götürür.
” (Kohen 2017: Çi, Arka Kapak Yazısı)

·         Çi, ölmek için doğduğunu unutmadan bu gezegende hiçbir şeyin hiç kimseye ait olamayacağını anlayan, sahip olduklarının değil analizini yapabildiği deneyimlerin gerçek zenginlik olduğunu bilerek yaşayıp kendi potansiyelinin savaşçısı olabilme cesareti gösterenlere adanmıştır.” (Kohen 2017: Çi, 9)

·         “İnsanlığımıza rağmen hayvanlığımız kadar etrafımızda saygı uyandırabilmemiz ne acıydı.” (Kohen 2017: Çi, 20)

·         “Sadık içinde sıkışan nefesi acele etmeden dışarı verdi. Yenisini sakince içeri aldı. Çi diye düşündü. Vücudunun ürettiği ortalama 0.6 voltluk elektrik Çi’nin her hücresine akmasını sağlıyordu. Nereden geldiği, niye var olduğu bilinmeyen, değdiği her şeye hayat veren muhteşem enerji…  (Çi: Tüm canlıları birbirine bağlayan, rejenere eden Yaşam Enerjisi.)” (Kohen 2017: Çi, 33)

·         “Din ona bir şey öğretmişti. Dini yüreğinde yaşayanlar Yaradan’ın yolunda sessizce var olurken, dini aklında yaşayanlar diğerlerinin üstünde oluşturdukları egemenlikle kitleleri yönetmek için varlardı.” (Kohen 2017: Çi, 34)

·         “Hak etmeyene parlasın diye ışık tutmayı bırakırsak, o zaman gerçek yıldızları görebiliriz.” (Kohen 2017: Çi, 42)

·         “Gerçek güçlüler güçsüz durumlara düşerken, kendi güçsüzlüklerini örtbas edebilmek için gücün kölesi olanlar güçlü mü görünüyorlardı!” (Kohen 2017: Çi, 46)

·         “Duygularınızın sizi ele geçirmesine izin vermediğiniz kadar insansınız! Öfke, nefret, kıskançlık, hayal kırıklığı… Bu duyguların kontrolü ele geçirip hemen bir davranışa dönüşmesini engelleyebiliyorsanız gelişirsiniz. Peki ya aşk, sevgi, ümit… Bunların da davranışa dönüşmemesi mi gerekir. Evet, dönüşmemeli! Çünkü hissettiğimiz anda sevmek ya da kızmak, kafatasımızın içinde bulunan ve şu ana kadar bilinen en gelişmiş şeye, beynimize hakarettir. Duyguları hormonlarımız yaratır. Hormonlarımızı beynimizle filtrelemediğimiz sürece kafasının içinde değerli evrenler taşıyan zavallı hayvanlarız.” (Kohen 2017: Çi, 139)

·         “Bireye, yoğun şefkat hissettiği kişi tarafından uygulanan şiddet sevgiyle kodlanır ve bu kod bilinçaltında ya sadist ya da mazoşist eğilimlerin tohumlarına dönüşürdü.” (Kohen 2017: Çi, 150)

·         “Bir annenin memesiyle çocuğunu beslemesi gibi din de ruhu besler. Yani din bebeğe süt veren meme gibidir. Önemlidir, değerlidir. Ama çıkarıp yüzüme yüzüme sallarsan olmaz! O zaman, memesini çıkarıp yüzüme sallayan anne kılığına bürünmüş bir sapıktan farkın kalmaz. Yavrusunu besleyen annenin memesinin kutsallığı neyse, nasıl mahremse, bunu konuşmak bile insanı nasıl rahatsız ediyorsa din de mahremdir, kişiyle Yaradan arasındadır. Din adına konuşan herkes günahkârdır çünkü din adına konuşulmaz. Tek kitap vardır. Aracıya ihtiyaç yoktur. Aracıyı araya şeytan koymuştur. İnanmayı seçen kitabı okur, anlar. Kitap bu yüzden ‘Oku’ diye başlar.”            (Kohen 2017: Çi, 174)

·         “Zenginlikten gelip tanık olduğu yoklukla adalet savaşçısına dönen Özge ve yokluktan gelip tanık olduğu zenginlikle köleliğe hizmet eden Sadık, zıtlıkların dünyasında birbirlerinin gözlerinin içine baktılar evrendeki dengeyi onaylarcasına.” (Kohen 2017: Çi, 285)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder