13 Mart 2021 Cumartesi

LYON'DA DÜĞÜN

Kitap adı: Lyon’da Düğün

Yazar adı: Stefan Zweig

Orijinal adı: Die Hochzeit Von Lyon

Özgün dili: Almanca

Anadilinde 1. Baskı: -

Okuduğum baskı: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 3. Baskı, 2018, 

Çeviri: Gülperi Sert 

Sayfa Sayısı: 50 

Lyon’da Düğün Fransız Devrimi sırasında yaşanan kargaşa ve zulüm günlerinde ölüme yaklaşan insanlara umut veren bir aşkın hikâyesidir. 1793’te kentte kurşuna dizilmeyi bekleyen karşı devrimcilerin toplandığı hapishane tuhaf bir nikâha sahne olur. İki Yalnız İnsan, acı çeken iki çaresiz insanı buluşturur. Birinin yüreğinden kopan çığlık diğerininkinde karşılık bulurken, farkında olmadan birbirlerinin yıllar süren yalnızlığına son verirler. Wondrak ise yazarın savaş karşıtı yapıtlarından biridir. Bohemya’nın küçük bir kentinde çirkinliğiyle sürekli alaya maruz kalan bir kadın tecavüze uğradıktan sonra doğurduğu çocuk sayesinde yaşama tutunmuştur, ama patlak veren Birinci Dünya Savaşı yüzünden oğlunu askere alarak ondan koparmaları söz konusudur. Zweig bu öykülerde toplum dışına itilmiş karakterleri üzerinden insanlık durumunu analiz eder. Karakterlerinin başlarından geçenler “yazgı” değil, insanlığın iflasının sonucudur.” (Zweig 2018: Arka Kapak Yazısı) 

****

Stefan Zweig kitaplarını hep sevmişimdir, beni bambaşka boyutlara götürür. Bir cümle kurar Zweig, yalnızca olay örgüsünün devamlılığını sağlayacak kadar basit bir cümle gibi görünür ilk başta; halbuki iki dünya savaşı görmüş birinin savaşa karşı isyanı, sessiz çığlıkları, insanlığın çektiği acının ta kendisi vardır o cümlede. Bunu bazen iki genç arasındaki aşkla, bazen anne oğul bağlılığı ve fedakarlığıyla, bazen ise nihai kaderi toplum tarafından dışlanmak olan mahsun bireylerin birbirlerini bulup acılarını tanımasıyla ve birbirleirne iyi gelmesiyle süregelen hikâyelerle anlatır okuyucusuna. İşte bu kitap da onlardan biri. Kitabı okuyunca işte edebiyat böyle bir şey olmalı da dedim, kısa soluklu ve karmaşık olmayan hikâyelerine dolu dolu insanî duygular sığdırdığı için, gözlerimi boşluğa dikip bakmama da neden oldu her bir hikâye.    

 

Yazarın bu kitabın içinde üç adet kısa hikâye mevcut, bunlar sırasıyla “Lyon’da Düğün”, “İki Yalnız İnsan”, ve “Wondrak” olup kitap ismini içindeki ilk hikâyeden almış. Hepsi de naif ve sıkılmanın mümkün olmadığı bir akıcılıkta okunuyor. “Lyon’da Düğün” en vurucu olanı, “Wondrak” ise en uzun ve dolu olanı.

 

Benim en sevdiğim öykü ise “İki Yalnız İnsan” oldu, en kısa olanı ama sırf sayfa sayısı değil kasdettiğim kısalık, hikâyenin içinde geçen zaman aralığını temel aldığım zaman da en kısa hikâye olan “İki Yalnız İnsan” kitabın nadide parçası bence. Kitabı okuyanların büyük çoğunluğunun diğer iki hikâyeden daha çok etkileneceğini sanıyorum, yine de bazılarımız İki Yalnız İnsan’ı çok sevmiş olmalıyız. Bazen tek bir an veya tek bir günlük bir yazının başkahramanlarıyla empati kurduğun zamanlar vardır; hayatının ve duygularıının doludizginliği veya belirsizliğine, insanlara karşı duyduğun güvenin ellerinden yitişine tekabul eden günlere ve gecelere denk gelmiştir hani o yazıyı okuman, işte benim için “İki Yalnız İnsan” böyle bir zamana denk geldi ve panzehir etkisi yarattı ruhuma. Kimbilir, belki bir gün bir başkasına da o küçücük hikâye doğru zamanda karşısına çıkarak iyi gelir...

 

Zweig novellalarının ve öykülerinin hepsinin sahip olduğu güçlü bir yanı var. O da karakterlerin iç dünyasını önümüze eşsiz bir açıklıkta sermesi. Zweig’ın yarattığı hemen hemen her ana karakterle bir bütün olabiliyorsun okurken, bu bahsettiğim değerli bir şey. Evet, kesinlikle bu değerli bir şey... 


Bu kitaptaki üç hikâyede de savaşın sıradan insanların hayatları üzerindeki vurucu etkisi ana tema olmakla beraber yazarın kendisi de iki dünya savaşını da gördüğü için savaştan iyice bıkmış ve savaşın insanlık için vahim bir eylem olduğuna inanmış, ardından daha fazla bu dünyaya dayanamayıp ikinci eşi ile birlikte intihar etmiştir. Öykülerinde de bu konudaki hassasiyeti ve taraf gözetmeksizin ülkeler arası savaşların kötülüğünü oldukça edebi ve naif bir şekilde gözler önüne sererek, söz konusu savaşların yıkıp geçtiği suçsuz insanların kendilerini ait hissetmedikleri savaşlar ve yok edişler yüzünden kayıp giden umutlarına oldukça başarılı bir şekilde değinmiştir. Okumanı içtenlikle tavsiye ederim.


LYON’DA DÜĞÜN


Fransız İhtilâli zamanında Lyon’da devrim karşıtı insanlar tutuklanmaktadır ve idam edilmektedir, sorgusuz sualsiz, öyle alalade ve alaaecele, kurumuş bir otu topraktan ayırırcasına öylesine... bu insanlara yakalanmalarının ardından yalnızca bir gece veirlir. Zweig buna ölümden bir gece çalmak diyor, ölümden bir geceliğine bir oda çalmak... Tutuklanan insanlar bir odaya hapsediliyor, bir sürü insan küçücük, karanlık bir odada ertesi günkü idamlarını bekliyor. Ne bir çırpınışi ne bir ağlama, öyle bekliyorlar ki, hani üstüste birçok darbe alan insanlar artık hissizleşirler ya,işte öylesine bir köşede beklliyorlar. Ölümü beklemek hiç bu kadar korkutucu bir sükut içermemiş olmalı. Ertesi gün idam edilen insanların naaşları da sayıları çok oldduğu için, doğrusu lülerine bile saygı duyulmadıkları için gömülmek yerine Rhône Nehri’ne bırakılmaktadır.

 

Tutuklananlardan biri de yeni nişanlanan Robert. Nişanlısı bu durumu öğrenince gidip üst makamlara yalvarıyor, onu serbest bırakmaları için ama nafile. Kıza Robert’ın öldüğünü söylüyorlar, aslında Robert o sırada ölümden önce ona verilen son gecede o karanlık odada, idamı bekleyen diğer insanlar gibi bir köşeye çekilmiş oturuyor. Nişanlısının öldüğünü duyan kız ise buna anında inanır ve yıkılır. Artık korkacak bir şey kalmamıştır onun için, bu yüzden karşısındaki insana o anda takdir edilesi kadar sert ve güçlü ithamlarda bulunmuş ve hâliyle o da aynı odaya gönderilmiştir, ertesi gün idam edilmek üzere. O karanlık odada, Robert ve nişanlısı genç kız karşılaşır ve şoka girerler, onların  o anda şaşkınlıkla birirlerine sarılmalarıysa ölümü bekleyen onlarca insanın o odada tekrar insani duygular hissetmelerini sağlar. Ölecek olmaları umurlarında değildir artık, hem ne de olsa birbirleri için yas tutmak zorunda bile değillerdir, aynı anda ölecekleri için ama kız sevgilisiyle evli olarak tanrı karşısına çıkamayacağı için üzgün olduğunu dile getirir.

 

Hayır, o mutluydu, sonsuzca mutluydu, çünkü sevdiğiyle aynı saat öleceğini biliyordu ve biri diğeri için yas tutmak zorunda kalmayacaktı.(Zweig 2018: 8)

 

Aralarında idam edilmek üzere alıkonan bir de papaz olduğu için ölümü bekleyen soğuk insan topluluğu bir anda bu iki güzel insanı evlendirmeye karar verirler. Bir geceliğine de olsa ölümü hissizce beklemek yerine, ertesi gün öleceğini o odadaki herkes bilmesine karşın, içlerinde bir sıcaklık yeşerir herkesin ve neşeyle küçük bir nikâh merasimi hazırlarlar. Orda burdaki bulduklarıylayaptıkları hazırlık yeterli olmuştur o küçük ve karanlık ölümü bekleme odasının, gülümsemelerle aydınlatılması için. Hatta genç kıza çiçeklerden taç bile yapar kadınlar. Papaz da nikâhlarını kıyar. Tüm insanlar ertesi gün öleceklerini unutup, o iki gencin evliliğinden kaynaklanan bir mutluluk yaşarlar. Odadaki bu insna kalabalığının verebileceği tek düğün hediyesi ise, hapsedikleri yerinküçük oda kısmını boşaltıp gençlere ayırmak ve onların bir gerdek gecesi yaşamalrını sağlamaktır. Nitekim öyle de olur.

 

Ertesi gün hikâyede beklenen bir sürpriz yaşanmaz. O odadaki herkes idam edilir ve bedenleri nehre bırakılır. Yine de ölüme giderken hiçbiri umut dolu gülümsemekten kendilerini alamaz... Bu da hikâyeni naif ve özel yanıdır. 


İKİ YALNIZ İNSAN

Bir kadın var, çok çirkin olduğu için dışlanan, çevresi tarafından. İş yerindeki insanların hiçbir etkinlikte aralarına almadıkları ve “Çirkin Julia” dedikleri kız bu duruma içerleyen bir hayat geçirmektedir, hüzünlü ve mahzen. Bir de adam var, ayağında bir sakatlığı olduğu için o topluluk bir yerelere giderken yetişemeyen ve yalnız kalan. Yani bir adam ve bir kadın var, biri sakat, diğeri çirkin. Toplum tarafından dışlanmış insanlar nasıl hissederse öyle hisseden, öyle yaşayan insanlar. Sakat veya çirkin olmayan insanlar da böyle hissetmezler mi bazen? Hikâye de bundan ibaret zaten.

 

 

“...sessizlik vardı, suskun düşüncelerler konuşmaya başlayan bir sessizlik.” (Zweig 2018: 16)


Kız ağlarken adam yanına gelir, onun üzüntüsüne ortak olur. İkisi aynı fabrikada çalıştıkları için birbirlerine tanıdık insanlardır. Kızın hiç sevgilisi olmamıştır, adam da parasını vermeden kimseyle birleşememiştir. Birbirlerine yüreklerindek buruklukları anlatırlar, ruhlarındaki yaraları anlatırlar. Acılarını yarıştırmak değildir yaptıkları, olsa olsa acısı anıdık birine rastlayınca kendini gizlemeden hüznünü paylaşmaktır.

 

 

Fakat birinin yüreğinden kopan çığlık diğerinde karşılık buluyordu, çünkü onların acıları akrabaydı.(Zweig 2018: 19)


Sonrası mı? Sonrası, birlikte kalkıp yürürler ve hikâye adamın kadına dokunmak için bir adım atmasıyla son bulur. Hepsi bu, pek çok serüvenden de daha mahzun ve iyi gelen bir öykü adam ile kızın acılarının birbirlerini çok iyi tanımasıyla birbirlerine iyi geldiklerini hissetmeleriyle son bulur.  Zaten acısı ortak olanlar lâzım, birlikte yürümek için...

 

Bu iki yalnız ve dışlanmış insanın mahzunluğu karşısında empati kurmamızı sağlayan ve birbirlerine iyi geleceklerini anladığımızda hissettiğimiz huzurun sebebi olan Stefan Zweig’ın kalemine sağlık.

 

Kusurlarını görmeden birbirlerini anlamanın kör duygusu bu iki yalnız insanın üzerine bir mutluluk gibi inmişti.(Zweig 2018: 19)


WONDRAK

 

Wondrak çok dikkat çekici bir hikâye bence. Anlatımının sadeliği ve açıklığı, üslubunun akıcılığı da okumaya merakla devam etmemi sağlamıştı. Ruzena Sedlak isimli bir kadın yaşamaktadır Dobitzan isimli küçük bir kentte. Yazılana göre bu kadının doğuştan itibaren yünde burnu yok fakat burun delikleri vardır ve bu yüzden korkunç görünümlü bir yüze sahiptir. İnsanlar ona tuhaf bakmaktadırlar haliyle. Çok da duygusal ve akıllı olmadığı için Sedlak bu duruma içerlemezmiş, yalnıza içinde zaten çok da fazla olmayan insan sevgisi iyice azalmıştır. Bu yüzden ormanın içinde, şehre 8 saatlik yürüme mesafesindeki bir evde yaşar, evin sahibinin işlerini yaparak para kazanırmış. Ayrıca hayvanlarla da ilgilenir ve onları, kendisine kötü veya rahatsız edici muamelede bulunmadıkları için olsa gerek, insanlara kıyasla pek severmiş. Şehirdeki insanlar varlığını neredeyse unutmuşlar, zaten kendisi de pek insan meraklısı olmadığı için bu hâlinden memnunmuş. Bir gün ormanda üç kişi tarafından tecavüze uğramış ve hamile kalmış. Bu kısımda kadının bu tecavüz olayından dolayı hiç sarsılmadığını, yalnızca sinirlenip işlerine devam ettiğini, hayvanlarla ilgilenince de sinirinin de geçtiğini okuduğumda bir hayli şaşırmıştı. Herhalde ilk kez Stefan Zweig kitaplarıyla ilgili bir şeyi anlamsız buldum.

 

Doğan çocuğunu herkesten saklamış çünkü insanlarla onu paylaşmak istemiyormuş Sedlak. Düşünsene, herkes ona yadırgayan gözlerle bakıyor ama doğurduğu evladı insan olarak ucun süre yalnızca annesini gördüğü için onu hiç yadırgamadan normal anne-oğul bağı kuruyor. Doğal olarak Sedlak’ın sevdiği tek insan, oğlu Karel Sedlak olmuş ve belli ki bu çocuk kadına çok iyi gelmiş fakat belediyedeki insanlar durumu öğrenince çocuğu nüfusa kaydettirmesi için onu zorlamışlar. Sedlak oğlunu kimseyle paylaşmak istemediği için itiraz etse de sonunda oğlunun kimliğini çıkartmak zorunda kalmış. Hâl böyle olunca Karel okul çağına gelince okula gitmeye başlamış. Annesi oğluna o kadar düşkünmüş ki onu görmek için her gün saatlerce yol yürür ve oğluna kavuşurmuş. Hikâye boyu Sedlak’ta gördüğüm net duygu şu, Sedlak’ın istediği tek şey oğlunun yanında olması bu hayatta.

 

Derken dünya savaşı başlamış ve artık 18 yaşına gelen Karel de birliğe çağrılmış. Sedlak, herkese aşırı hırçın davranan bir insan olmasına rağmen oğluna o kadar korumacı ki, sadece ve sadece oğlunun yanında olmasını istiyor; oğlu doğduğundan beri bu böyle. Şimdi böyle bir kadın, oğlu askere çağrılınca ne yapar? Evet, o da tahmin ettiğin şeyi yapmış. Ordunun çağrısı üzerine oğlunu ormana saklayan Sedlak, oğlunun bulunmaması için elinden geleni yapmış ki zaten onun oğlu için olan bu çabası hikâyeyi ve Karel’i baştan sona kuşatan bir gökkuşağı adeta.

 

Hikâyenin sonunda askerler Karel’i ormanda bulup yakalamışlar ve Sedlak çılgına dönmüş fakat nezarethanede oğlunun yanındaki odada olduğunu hissetmek bile ona öylesine büyük bir teselli veriyormuş ki böylesinde bir bağlılığı okumak okuyucuyu yeterince etkiliyor. Tabii, elden ne gelir? Karel’in orduya alınması gerekmiş ve Sedlak da yavaş yavaş sakinleşmiş.... Bana kalırsa dışarıdan görülen o sakinleme hâli bir durgunluktan fazlası ve bağırıp çağırmaktan daha acı verici....

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder