Kitap adı: Fedailerin Kalesi Alamut
Yazar adı: Vladimir Bartol
Orijinal adı: Alamut
Ülke: Slovenya
Özgün dili: Slovence
Anadilinde 1. Baskı: 1998
Okuduğum baskı: Koridor Yayıncılık, 2017, Çeviri: Ender Nail
Sayfa Sayısı: 510
“Hasan Sabbah'ın, Alamut Kalesinin, fedailerin ve cennet bahçelerinin hikayesi.
Bir tarafta Hasan
Sabbah'ın yeryüzü cennetiyle yeni tanışan güzel köleler, diğer tarafta onun en
güvenilir savaşçıları olan fedailer. Sabbah'ın yarattığı cennetin içinde
gözleri açıldığında hepsinin hayatı hiç umulmadık bir şekilde değişir.
Hikaye 11. yüzyıl İran’ında,
kendini peygamber ilan eden Hasan Sabbah'ın, seçilmiş bir grup insanı intihar
suikastçısına dönüştürerek bölgede hakimiyet kurmak için çılgınca ve aynı
zamanda zekice bir plan tasarladığı Alamut Kalesinde geçmektedir. Güzel
kadınların, yemyeşil bahçelerin, şarap ve haşhaşın göz boyadığı sanal bir
cennet yaratan Sabbah, genç savaşçılarını emirlerine uydukları takdirde bu
cennete gidebileceklerine inandırır. Kendilerini onun yoluna adayan, ölmeyi de
öldürmeyi de göze almış olan bu küçük orduyla hükümdar sınıfına gözdağı
verebileceğini düşünür.
Sabbah kendi deyimiyle
insanların saflığını kullanıp dine adanmışlığı politik emellerine alet eder.
Artık kapılar onun için ardına kadar açılmıştır.”
(Bartol 2017: Arka Kapak Yazısı)
* * * * * * * * * * * * *
Alamut, şimdiye dek okuduklarım arasında bana en ilginç gelen kitap oldu. Tarihi bir roman olma özelliği taşımasının yanı sıra temeli bir kurgu ile döşenmiş ve yıllar önce İngiliz çevirmeninin de vurguladığı gibi Alamut tamamen edebi nitelikte bir eser. Olay örgüsü 11. Yüzyıldaki İran’ı tasvir etmekle birlikte romanın pek çok karakteri yazara ait kurgunun kahramanlarıdır, dolayısıyla yazarın ve önemli çevirmenlerin de arzu ettiği gibi Alamut, bir tarih kitabı olarak değil tarihten esinlenerek kaleme alınmış tamamen edebi nitelikteki bir roman olarak değerlendirilmelidir. Buna ben de fazlasıyla katılıyorum çünkü romanı gereken özeni vererek okuyan her okuyucu insanla alakalı derin içsel çatışmaları olay örgüsünün önüne alacaktır.
Alamut Kalesi’nin başındaki Hasan Sabbah’ın İsmaili öğretisini temel alarak izlediği yol hikâyenin konusunun temelini oluşturuyor. Hasan Sabbah’ın temel aldığı bu öğreti hiçbir şeyin gerçek olmadığını ve bu yüzden her şeyin mübah olduğunu söylüyor. Bu tabir kitapta da birkaç kez karşımıza çıkıyor. Manevi hakikatin yani ölümden sonrasının olmadığına inanan Hasan Sabbah, emrindeki askerleri ise bunun tam tersine yani ölümden sonraki mükafatı ileri sürerek yönetiyor. İran’ın diğer kalelerinin de yönetimini almak için uğraşan Hasan Sabbah, Selçuklularla yani Türklerle verdiği büyük mücadelede kazanmak için akıl almaz bir plana başvuruyor. Zaten ana tema da burada karşımıza çıkmaya başlıyor. Hasan Sabbah’ın cennetin anahtarına sahip olduğunu iddia etmesi ve huri yerine geçecek güzel kızlarla oluşturduğu oluşturduğu bu cennet gibi yeri fedailere göstererek onları adeta intihara hevesli hâle getirerek az sayıdaki ordusunun gücünü ulaşılamaz seviyeye getirmesi ve bu korkunç plan boyunca çevresindeki pek çok insanı, oğlunu bile, acımasızca katletmesi, Hasan Sabbah’ın korkunç planının başarıya ulaşmasını sağlayan temellerini oluşturuyor.
İranlı Hasan Sabbah’ın İsmaili öğretisinin hakikati inkâr eden düşüncesini hayatının düsturu edinerek ve yarattığı cennet bahçeleriyle emrindeki fedaileri ölüme koşarak giden korkusuz savaşçılara dönüştürerek Selçuklulara karşı verdiği savaş ve Alamut dışındaki kaleleri de ele geçirerek güçlenip İran’ın başındaki tek güç olma yolundaki uğraşını konu alan bu roman, ele aldığı döneme ait çok derin ve dolu bir edebi eser olup, emrindeki askerlere ve düşmanlarına en korkunç işkenceleri bile yaşattığı hâlde kendine hayranlık duyulmasını, cennetin anahtarını elinde bulundurduğunu iddia ederek başaran ve bu sayede kendini peygamber ilân eden Hassan Sabbah’ı, ona koşulsuz inanan fedaileri ve yarattığı cennet bahçelerindeki kadınların dünyasını, soluksuz okunacak bir akıcılıkla anlatıyor .
* * * * * * * * * * * * *
“Bartol’un Alamut’taki en büyük başarısı hikâye anlatıcısı olarak ortadan kaybolmayı başarıp, hikayeyi karakterlerinin sürdürmesine olanak vermesinde gizlidir. Okura hangi karakterin hareketlerinin onaylanması hangilerinin yerilmesi hususlarında yol gösteren herhangi bir otoriter ses yoktur. Okur roman boyunca kendi younu kendi bulmalı, şaşırmalı, karmakarışık duygularla boğulmalıdır. Zaten böyle gizemli bir eser yazmayı planlamıştır Bartol.” (Michael Biggins 2017: 501) (Michael Biggins Ağustos 2004, Eserin İngilizce çevirmeni)
Yazarın romanında barındırdığı güçlü bir özelliği daha var, kitabın en sonundaki çevirmen yorumunda bunu okudum ve sahiden öyleydi dediğimi hatırlıyorum. Kitabın iyi ve kötü karakterleri neye göre, bize göre belirleniyor. Yani okuyucunun taraf tutma yetkisi var. Yazar her karakterin iç dünyasını sunmuş satırlarında ve neyi doğru, neyi yanlış olarak ilan edeceğimiz hakkında bir yönlendirmede bulunmamış. Zaten roman dili gereği anlatıcıyı saklayan türden, bunun üzerine yazarın ya da anlatıcının olayları, insanların kararları, duygu ve düşünceleri ve daha birçok detayı tarafsız bir şekilde kaleme alması, hangi karakterin hangi davranışını ne gözle değerlendireceğimiz hususunu tamamıyla bize bırakıyor. Eğer istersen İbni Tahir’i haksız bulabilir, Meryem ve diğer kızları doğru ilan edebilirsin, istersen de Hasan Sabbah’ın haklı bir savaş verdiğini öne sürebilirsin, dolayısıyla kitabın sonunun iyi veya kötü bitişi bile okuyucu odaklı bir tercih olacaktır.
“Neticede duygusal olarak deforme olmuş bir insanın ne derecede zeki olursa olsun istediğinden fazla güce sahip olmasının son derece trajik olduğu ortaya çıkar.” (Michael Biggins 2017: 506) (Michael Biggins Ağustos 2004, Eserin İngilizce çevirmeni)
Yazarın böyle bir tavrı benimsemesi edebi açıdan bakacak olursak gayet yerinde olmuş fakat öte yandan kitabın yazıldığı dönemdeki toplulukların kimisinin yazarı diktatörleri övmekle, kimsinin ise ironi yoluyla diktatörleri feci şekilde yermekle itham etmesinin önü alınamamış, neticede yazarın bu iki seçenekten hangisinin kendisine daha yakın olduğu konusunu açıklığa kavuşturmaması ve siyasetle ilgilenmeyip kitabın tamamen edebi bir eser olarak incelenmesini arzu ettiğini söylemesi de bu konudaki tartışmaların son bulmasını engellemiştir.
“Bir insan ya merak dolu, öğrendiklerini tecrübe etmeye takıntı derecesinde tutkuludur ya da yalnızca yaşam sevgisiyle doludur. Özel yaşamında Bartol daha ziyade ikinci gruba uygun bir bireymiş imajı çizse de romanında ilk gruba ait bir bireyin abartılı kompozisyonunu resmetmeyi tercih eder.” (Michael Biggins 2017: 509) (Michael Biggins Ağustos 2004, Eserin İngilizce çevirmeni)
Roman
hakkında benim yaklaşımım ise şu şekilde oldu:
Yazar
kendi kitabı hakkında yaptığı bir yorumda Hasan Sabbah’ın uyguladığı
yaptırımlar ne kadar korkunç boyutlarda olursa olsun yine de Hasan Sabbah’ın
bile insani özellikler taşıdığı ve yalnızlığın sıradan bir insanı etkilediği
gibi kendisini de hüzünlendirdiğini belirtmiş ki bunu kitabı okuyanlar fark
edecektir zaten. Yazarın kendi kitabına dair verdiği başka bir örnek de İbni
Tahir üzerine ki ben kitap içinde kendi kişisel hikâyesinin bitiş şekline anlam
yüklemeye çalışırken çok zorlandığım için bu yorumu ilgiyle okudum. Yazar, İbni
Tahir’in Hasan Sabbah tarafından kandırıldığını öğrendiğinde bile aşık olduğu
kadın olan Meryem tarafından kandırıldığını fark ettiği an kadar etkilenmediğini
söylüyor. (Bu arada kitabı okuyan biri olarak söylüyorum, bu detay çok rahat
fark ediliyor okurken. Ayrıca kitabın sonuna kadar İbni Tahir’in gerçeği
öğrenince gitmesine şaşırmış vaziyette geri dönüp Hasan Sabbah’ın planlarını
bozmasını bekledim ve gelmediği her sayfada İbni Tahir ile empati kurma
isteğimin daha bir azaldığını hissettim çünkü filozof Avni olarak çekip gitme
yönündeki tercihi hayal kırıklığı yaşattı.)
Yazarın
verdiği bu iki örnekte vurgulamak istediği mesaj, insanlığın, sevginin, aşkın,
dostluğun, insani hislerin ve tabii ki romanda Hasan Sabbah’ın inkâr ettiği
manevi hakikatin, en güçlü yönetim şekillerinden, türlü türlü rejimlerden,
ülkeyi ele geçiren etkileyici ve korkutucu güçten ve hatta tarihe yön veren o
şaşaalı cennet bahçeleri ve intiharlardan bile çok daha fazla etkili ve
ehemmiyetli olduğudur. İşte ben de tamamen yazarın kendi kitabına dair yaptığı
bu yoruma katılıyorum ve romanı okurken edebi veya duygusal yönünü destekleyen
okuyucuların da kitaptaki bu insani detayların, olaylar karşısındaki insani
tepkilerin somut olaylardan daha ilgi uyandırıcı olduğu konusunda hemfikir olacaklarına
inanıyorum.
Vladimir
Bartol bir şaheser ortaya koymuş, müthiş bir kalemi olan özel bir yazar ve bu
yüzden bu romanı herkesin okumasını öneririm. Somut bir fikir beyan etmek
gerekirse, diktatörlük ve zulüm üzerine iyi bir taşlama olarak aldım ben
Alamut’u, dediğim gibi yazar tarafsızca anlatmış kurguyu ama belki de yazarın
da eğiliminin bu yönde olduğunu hissettiğim detaylar yakalamam beni bu
düşünceye itmiştir, mesela kötülüğün babası bile mutsuzluk ve hüzün
hissedebiliyor.
Öte yandan cennet bahçeleriyle kandırılan fedailerin gerçeği fark etmemesi okuma sürem boyunca eleştirdiğim bir noktaydı, 11. yüzyılda dahi olsalar fark etmeleri gerekirdi bence. İşte buradan da aklın yeterinde kullanılmadığı insan bedenlerinin görünmez iplerle sahiplerine bağlı birer kuklaya dönüştükleri çıkarımını yaptığımı belirtmek istiyorum. Üç fedai aklını kullanamadı diye diğerleri de onların peşinden sürüklendi, demek ki bir insanın aklını reddetmesi kendisinden daha fazla hayata sebep olabiliyormuş, bence günümüzdeki okuyucuların bu çıkarımı almaları yararımıza olacaktır...
“Dostum!
Kardeşim! İnsanı dostluğun gücü kadar kahramanlaştıran başka bir şey var mıdır?
Yüreğimize aşktan, sevgiden daha fazla işleyen bir şey bulabilir misin? Ve
hakikat kadar övgüye layık başka bir kavram var mıdır?”
(Alamut’un 1957 baskısı üzerine kendisinden bir yorum istenince yaşlı Bartol’un
söylediklerinden bir kesit)
* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *
Roman Hasan Sabbah’ın kurduğu cennet bahçeleriyle başlar. Birçok eğitimden geçirilen genç kızların arasına yeni katılan Halime gibi çoğu köle olarak satın alınmıştır, başlarında da Meryem denilen, Hasan Sabbah’a yakın olan kadın vardır. Bu güzel bahçelerdeki kızlar birer esir olduklarının farkında değildirler çünkü güzel yiyecekler yiyip, güzel bir doğanın içinde yaşamakta, ne için eğitildiklerini sorgulamadan derslere girip çalışmaktadırlar. Zaten kitap boyu bu kızların ve fedailerin sorgulamadan kabul ettikleri yalanlar dikkat çeker.
“Erkek kadının binlerce farklı melodiyle çalması gereken
bir arpa benzer. Aman, eğer kadın beceriksiz bir aptalsa ne korkunç sesler
çıkar bu çalgıdan! Ama bir de kabiliyetliyse, bir şeyler öğrenmişse, hünerli
elleriyle enstrumanından daha önce işitilmedik ezgiler çıkartmayı başarabilir.”
(Bartol 2017: 35)
Hasan
Sabbah çok okuyan, pek çok dini ve kültürü yakından gözlemleyen bir efendidir.
Kötülüklerin efendisi de diyebilirim kendisine. Alamut Kalesi’nin başındaki
lider olan Hasan Sabbah kalenin askerlerinin en iyilerine fedai olmaları için
özel eğitimler verilmesini sağlamaktadır. Yalnızca savaş, kılıç ve dayanıklılık
dersleri değil şiir ve benzeri sanat dallarıyla ilgili dersler de almaktadır bu
fedai adayları. En önemlisi de din eğitimleridir, Hasan Sabbah Hz. Ali
yanlısıdır ve İsmaili öğretisini savunmaktadır ve romanda sık sık bu öğretinin
ölümden sonraki hakikatin olmadığından bahsetmektedir fakat fedailere
öğretilerin dini eğitimde ölümden sonraki yaşamın olduğundan, Hasan Sabbah’ın
da onlara gönderilen son peygamber olduğundan, hatta cennetin anahtarlarının
Hasan Sabbah’ın elinde olduğundan bahsedilir. Bu öğretiler başta fedai adayları
olmak üzere kaledeki tüm askerlerin benimsediği düşüncelerdir ve Hasan Sabbah’ı
kutsal biri olarak görmektedirler.
“Allah, Ademi’i dört maddeden yaratmıştır. İlk olarak
toprağı kullandı ancak toprak sertti ve kolayca ufalanıyordu. Toprağı toz
haline getirerek ikinci element olan suyla karıştırdı. Bu toz ve su karışımını
yoğurarak ona insan biçimini verdi. Ama bu figür çok dayanıksızdı ve her
dokunuşta şekil değiştiriyordu. Bu yüzden üçüncü element olan ateşi yaratıp
insan figürünün dış kabuğunu kuruttu. Böylece esnek bir tene sahip olmuştu. Ama
çok ağırdı. Bu yüzden göğüs kısmına koyduklarından bir kısmını oradan aldı.
Kalan boşluğun da sonra çökmemesi için orayı dördüncü element olan havayla
doldurdu. Böylece insan vücudu tamamlanmış oldu. Artık dört temel elementten
oluşan bir varlıktı insan. Toprak, su, ateş ve hava.” (Bartol
2017: 72)
İbni
Tahir bu kaleye kendi isteğiyle sonradan katılan ve fedai eğitimlerine katılan
bir adamdır. İbni Tahir’in babası, dedesini öldürenlerden intikam alması için
İsmaili hizmetine girip İsmaililerin karşıtı olanlardan intikam almasını
istemiştir ve böylece İbni Tahir Alamut Kalesi’nin kapısını çalmıştır. Şiire
olan yatkınlığıyla kısa sürede ün salan İbni Tahir en gözde öğrencilerden biri
hâline gelir. Böylece Süleyman, Yusuf ve İbni Tahir’in öne çıktığı fedai
öğrencileri Hasan Sabbah’ın talimatıyla verilen eğitimlerle Hasan Sabbah’ı
kutsal biri olarak görmekte, fedai eğitimi almaktadırlar.
“... çölde açlıktan ölmekte olan bir çakal kafesteki karnı
tıka basa tok bir aslandan daha mutludur.” (Bartol 2017: 86)
Fedai
öğrencileri seçilirken bilhassa kadınlarla hiç münasebetleri olmayanları seçer
Hasan Sabbah ki cennet bahçelerindeki hurilerle temasları neticesinde kolay
kandırabilsin onları. Hasan Sabbah’ın yanında dahi ve büyük dahi dediği üst
mertebedeki bilgeler de bulunmaktadır ve bunlar Hasan Sabbah’ın hakikate
inanmadığının bilincindedirler. Hasan Sabbah’ın inandığı, güvendiği iki insan,
Ebu Ali ve Buzruk Ümit ise cennet planlarından haberdar olacak iki varisidir.
“Yemek içmekten sonra kadın sevgisinin uğruna mücadele
edilmesi gereken tek şey olduğunu söyleyen filozoflara aynen iştirak
ediyorum...” (Bartol 2017: 154)
Hasan
Sabbah’ın gençliğinde yaşadıkları yüzünden Selçuklularla düşman olduğu
aşikardır. Bu yolda vereceği savaş için az sayıda askeri vardır fakat Hasan
Sabbah bilir ki bir insan ölümden korkmazsa, hatta ölüme seve seve giderse o
asker bin askere bedeldir. Zaten tüm planın özü de budur. Hasan Sabbah yıllarca
bu fedai ve cennet bahçeleri planını hazırlamıştır. Örünü bunlara adarken bir
yandan da ya gerçekten de ölümden sonrası varsa, hakikat varsa diye içini bir
şüphe kemirmektedir fakat bunu dışarıya belli etmez. Cennet bahçelerini
hazırlığı gizlice sürerken, askerler de fedai eğitimi alırken Alamut Kalesi’ne
saldırılar başlar ve Hasan Sabbah alelacele askerlerini fedai sınavına sokup
fedai ilân edilmelerini sağlar.
“Hepimiz geleceği çok fazla düşünüyoruz. Bu sebeple de
bugünümüzü heba ediyoruz.” (Bartol 2017: 162)
Zaten
sürekli beynini yıkadığı fedailerden üçünü, Süleyman, Yusuf ve İbni Tahir’i
seçerek kendisine olan inançları güçlensin diye cennet bahçelerini anahtarını
gerçekten kendisinde olduğuna inansınlar diye onları haşhaşla uyutarak Alamut’un
arkasındaki güzel bahçelere gönderir ve onları cennete gönderdiğine inandırır.
Bu sırada bahçedeki kızlar da Meryem’in gözetiminde tembihlenir ve gelen
fedaileri cennette olduklarına inandırır. İbni Tahir kendisiyle yakında
ilgilenen Meryem’e, Süleyman da Halime’ye aşık olur. Neticede döndüklerinde
hepsi cennete gönderildiklerine inanmışlardır. Böylece tekrar cennete dönme
arzusu üç fedainin de içini kemirmeye başlar. Adeta ölmeye ve cennete gitmeye
can atıyorlardır. Hasan Sabbah’ın planı işe yaramıştır.
“Kitleler hep böyle davranmayı yeğlemiştir zaten.
Belirsizlikten korkar, kendilerine anlatılan en saçma sapan şeylere dahi
hakikat tutunacak bir dal sunmadığı için büyük kalpleriyle iman ederler. Bu
konuda yapabileceğin bir şey yok. Bu kitlelerin peygamberi olmak isteyen kişi
karşısındakiler sanki küçük birer çocukmuş gibi masallar anlatmalı, kafalarını
envai çeşit hikayeyle doldurmalıdır. Zaten bu yüzden zeki insanlar hep kitlelerden
uzak durmayı tercih etmişlerdir.” (Bartol 2017: 171)
Artık
diğer kalelerle savaşlarını rahatlıkla yapar Hasan Sabbah. Hatta kalesine
saldırmaya gelenlere bir gösteri yapar, ona inanan fedailerin canıyla...
Süleyman ve Yusuf’a kendilerini öldürürlerse cennete gideceklerini söyler ve
hemen seve seve kendilerini öldürürler bu iki fedai, Hasan Sabbah’ın düşmanları
bu manzaradan çok etkilenir ve Hasan Sabbah ve kalesindeki fedailerden
korkarlar.
“İnsanlar kurdukları basit dünyalarına iyice bağlandılar
artık. Onlara cennetin kapılarının gözlerinin önünde açılmasını sağlayacak bir
anahtar sunamayan birinin peygamberliğini ilan etmesi hiçbir fayda
sağlamayacaktır.” (Bartol 2017: 172)
İbni
Tahir’i başverizi öldürmek üzere düşmanların kalesine yollar Hasan Sabbah.
Başveziri öldürdükten sonra idam edileceğini bile bile İbni Tahir de gider
fakat başveziri bıçakladıktan sonra ona gerçekleri anlatırlar. İbni Tahir
kandırıldığını öğrenince onu öldürmek yerine düşmanları gitmesine izin verirler
çünkü kandırıldığını öğrenen İbni Tahir Hasan Sabbah’ı öldürüp intikamını almak
istemektedir. Meryem’in aşkının bir kurmaca olduğunu anlamak ise onu daha çok
yıkar. Başveziri kurtarmazlar ve ölür. İbni Tahir’in bunu başarması Hasan
Sabbah’ın hoşuna gitse de idam edilmeden geri dönmesine şaşırır ve gerçekleri
anladığını sezer.
“Öğrenmek gençliğe, öğretmek de yaşlılığa yaraşır.”
(Bartol 2017: 176)
Tam
bu esnada çok şaşırdığım bir şey oluyor ve İbni Tahir’i iyi bir şey yaptığına
ikna ediyor Hasan Sabbah. Cennet bahçeleri yalanını öğrenen İbni Tahir
insanların bu yalanla mutlu olduklarını anlatması yeterli oluyor. İbni Tahir de
Hasan Sabbah’ı öldürmekten vazgeçip filozof olarak çekip gidiyor. İbni Tahir’in
Hasan Sabbah’tan intikamını almaya geleceğini sandım sonuna kadar fakat
gelmedi.
“Hiçbir şey gerçek değil, her şey mübah.”
(Bartol 2017: 223)
Bu
sırada başka fedailer de gönderir Hasan Sabbah, kurmaca cennet bahçelerine.
Süleyman’ın geri dönmediğini gören Halime intihar eder. O küçük kızın intihar
ettiğini gören ve fedailerin Hasan Sabbah için canlarına kıydıklarını öğrene
Meryem bütün bu kurmacanın bir parçası olduğu için kahrolur ve o da intihar
eder. Meryem’in ölümü Hasan Sabbah’ı sanırım üzüyor çünkü rahatça konuşabildiği
tek kişiydi Meryem. Yine de güç hırsıyla insanların canını harcayacak kadar
rasyonalizm kokan bir adam olduğu için Hasan Sabbah yolundan dönmez. Gönderdiği
diğer üç fedaiden biri cennet bahçeleri olayının kurmaca olduğunu anlayınca
direkt öldürtür onu mesela. Hiç acıması yoktur Hasan Sabbah’ın. Hatta uzaklarda
kendi için çalışan sağ kolunu öldürdüğü haberini aldığı öz oğlu Hüseyin’i bile
sırf kendi yazdığı kanunlara uymak için öldürtür. Öz oğlunu bile öldürten bir
güç avcısı diyebilirim Hasan Sabbah için. Hem de inandığı şeyin tam tersini
askerlerine anlatarak onların kendisini peygamber gibi görmelerini sağlayacak
ileri gittiği bir düzenin kurucusudur Hasan Sabbah.
“Algılayamadığımız bir şey düşüncelerimizde de yer etmez.
İyi ama madem duyularımız bizi aldatıyor onlar sayesinde elde ettiğimiz
bilgilerin hakikatine nasıl güveneceğiz?” (Bartol 2017: 270)
Başvezirin
ölümü üzerine Hasan Sabbah'ın esas düşmanı sultan bir adamını haberci olarak
Alamut’a yollar. Sultanın Halef isimli adamını işkence eden Hasan Sabbah,
fedailerden Cafer’in emrindeki doktora verdiği talimatla Halef’e benzetir ve
onu o kılık ve yüz değiştirmiş halde sultana yollar. İbni Tahir’in başveziri
öldürdüğü gibi Cafer de sultanı öldürür, zehirli bir bıçakla ve kendisi de
öldürülür.
“Hayal hayatın temel yapı taşlarındna biridir. Bizim
hasmımız değil, bizi ayakta tutacak vasıtaların en önde gelenidir. Heraklit
kainatı hiçbir planı olmayan zaman tarafından tanzim edilmiş bir karmaşa yığını
olarak görüyordu. Zamanı da istediğinde devirip sağa sola saçtığı
istediğindeyse düzenli bir biçimde üst üste dizdiği renkli taşlarla oynayan bir
çocuğa benzetiyordu. Ne kadar yerinde bir teşbih!” (Bartol 2017:
271)
Artık
başvezir ve sultan ölmüştür. Düşmanlarını alt etmiş ve kaleler arasındaki
çatışmaları da iyi eğitim alan fedailerin güçlü çatışmalarıyla geri püskürtmeyi
başarmıştır Hasan Sabbah. Baştan beri hedeflediği güce artık ulaşmıştır ve
çevresinde kendisine inanan insanların intiharları sayesinde tüm ülkenin gücünü
eline almıştır. Artık herkes ona hürmet etmektedir. Cennet bahçeleri yalanını
ise yalnızca yanındaki büyük dailer Ebu Ali ve Buzruk Ümit bilmektedirler.
Hasan Sabbah’ın yanlış yaptığını bilseler de müdahale edemezler bu gidişata ve
Hasan Sabbah’ın veliahtı olurlar.
“Acıdan ve kederden kaçıp, mutluluğun ve refahın peşinden
koşmak yegane insani hedeftir.” (Bartol 2017: 272)
İbni
Tahir gitmiş, Meryem ve Halime intihar etmiş, Süleyman ve Yusuf da koşarak
ölüme atlamışlardır. Öz oğlu da öldürülmüştür. Hasan Sabbah’ın insani
değerlerinin nüksettiği, bu ölümlere üzüldüğü anlar var ama bu satırlar yaptığı
kötülüğün üzerini örtmek için yeterli değil bence. Bütün bunları ne için yaptı?
Geçmişteki intikamını almak, kendisini ülkedeki tek güç hâline getirmek için.
“ ‘Demek ölümden sonra da bir şeyler varmış,’ dedi kendi
kendine. Bu, tüm hayatı boyunca onu en çok korkutan şeydi. Zira yaptığı her şey
ölümden sonra koca bir hiçlik bulunduğu düşüncesi üzerine bina edilmişti.”
(Bartol 2017: 375)
Bütün
olanlardan ve yaşadığı, kazandığı zaferlerden sonra yaşlı bir adam olan Hasan
Sabbah yerini varisi Ebu Ali ve Buzruk Ümit’e bırakarak kurduğu bu düzeni devam
ettirmelerini ister ve cennet bahçelerine son kez göz attıktan sonra odasına
bir daha hiç çıkmamak üzere kapanır, tabiri caizse inzivaya çekilir.
“...tüm büyük
şeyler, bütün insanlık onlara karşı çıksa da, büyüklüklerinden bir şey
yitirmezler.” (Bartol 2017: 472)
Kurduğu
düzenle ilgili kanun niteliğindeki kitapları yazacağını söyler odasında ve bir
daha odasından hiç çıkmaz. Bütün kötülüklerine rağmen içinde yalnızlığın hüznü
vardır. Hasan Sabbah’ın bile içinde insana dair hisler mevcuttur.
Meryem
gibi çevresinde olan bitenleri görüp seyirci kalamadığı için intihar eden bir
kadın da vardır elbet bu hikâyede ama diğerleri biraz da her şeye gözleri
kapalı inanmaları ve sorgulamamalarının kurbanı olmuşlardır....
“İnsan hayatının tamamını dört duvar arasında geçirebilir.
Kendisini tutsak olarak hissetmediği müddetçe tutsak sayılmaz. Ama kainatın
sonsuz büyüklüğünü, milyonlarca yıldızı, galaksiyi görüp, onlara asla
erişemeyeceğini bilen biri için koskoca dünya hapishaneden farksızdır. İdrak
ettikleri şey zamanın ve mekanın tutsağı haline getirir.”
(Bartol 2017: 497)
* * *
* * * * * * * * *
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder