Kitap adı: Geçmişe Yolculuk
Yazar adı: Stefan Zweig
Orijinal adı: Die Reise in die Vergangenheit
Özgün dili: Almanca
Anadilinde 1. Baskı: -
Okuduğum baskı: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Yayınları, 5. Baskı, 2018
Çevirmen: Regaip Minareci
Sayfa Sayısı: 52
“Zweig’ın 1920’li
yıllarda yazdığı tahmin edilen bu novellanın e yazması ölümünden sonra oldukça
geç bir tarihte, 1970’llerde gün ışığına çıkarıldı. Ve aşkın sınır tanımazlığı
üzerine yazılmış en yoğun, en etkileyici metinler arasında yer aldı.
Geçmişe Yolculuk, zamana,
mekâna ve değişen koşullara direnen yasak ve tutkulu bir aşkın hikâyesidir. Bu
çılgın aşk önce okyanusun ve daha sonra da Birinci Dünya Savaşı’nın araya
girmesiyle dokuz yıllık bir kesintiye uğrar. Yıllar sonra yeniden buluşan iki
sevgilinin hayatları büyük bir değişime uğramıştır. Önlerinde uzanan belirsiz
geleceğe, geçmişin sürekli aralarına giren gölgesine rağmen, aşk doludizgin
sürmektedir…” (Zweig
2018: Arka Kapak Yazısı)
Zweig’ın iki dünya savaşını da görmekten
yorgun düşen ruhunun artık bedeninde daha fazla ikâmet etmek istemediğini
aklıma düşürdü, kitapta Birinci Dünya Savaşı’ndan ötürü aşkı yarım kalan bir
adam ve bir kadına rastlayışım…
Ludwig yoksulluğun pençesinde bir gençtir
ve kurtuluşu ancak çalışmakta bulur, bu kısmı sanırım ben dahil pek çok Türk
genci için tanıdık gelmiştir. Bunun üzerine var gücüyle çalışır, ne gerekiyorsa
ona çalışır işte… Kimya okumuştu hatırladığım kadarıyla. Hatta bir şeyleri de
yoluna koymuştu hayatında. Bazılarımız için sıradanlığa ulaşmak bile devasa bir
emekle mümkün oluyor. Hocaları, müdürü, başında her kimler varsa bu azmi
karşılıksız bırakmazlar ve başarısının karşılığını işinde yükselerek alır
Ludwig. Hatta müdürü artık hasta olduğu için Ludwig’in kendi evinde yaşamasını
teklif eder. Başkalarının yanında sığıntı gibi yaşamaktan bıkan Ludwig bunu
istemese de mecburen kabul eder ve değerli bir bilim insanı olan üstünün evine
yerleşir, daha 23 yaşındadır ve kendine ait olmayan bir zenginliğin içine
dönmek onu üzmüştür fakat evin hanımının bunu fark etmesi de kendisini
şaşırtır. Kaldığı zaman boyunca rahat etmesi için ne istiyorsa yapılır. Mesela
bir akşam merak ettiği bir kitaptan bahseder ve ertesi sabah o kitabı
kitaplığında bulur. Zaman geçtikçe evin hanımıyla aralarında duygusal bir bağ
oluşmaya başlar. İnternette gezinirken bir gün bir söz okumuştum, fikirlerin
bedenlerden öncesi sevişmesinden bahsediyordu. Yaşadıkları şey tam da böyle bir
durumdur.
Birbirlerine ateşli mektuplar da
yazarlar, uzun sohbetlere de dalarlar, öpüşleri dahi özlem doludur artık. Göz
hapsinde olmalarına rağmen hallerinden memnunlardır, ta ki müdürü Ludwig’i 2
yıllığına bir iş için Meksika’ya gönderene kadar. Başta çok üzülseler de 2 yıl
sonra her şeyin iyi olacağına dair umutlar taşıyarak vedalaşırlar…
2
yıl bitmek üzeredir ve Ludwig ile sevdiği kadın sürekli mektuplaşmaktadırlar.
Birbirlerine günlük hadiseleri anlatmak ikisine de iyi gelmektedir.
Kavuşacakları günü iple çekerler, beklenmeyen o esas hadise de tam bu sırada
olur… Birinci Dünya Savaşı başlar ve Ludwig geri gelemez… Başata ikisi de yıkılır ve Ludwig özlemini
dindirmenin yolunu kendini çalışmaya adamakta bulur.
“Pamuk İpliğine bağlı
bu umuda çok geçmeden başka bir unsur, çok daha canlı, uyuşturucu etkisi daha
şiddetli bir güç katmıştı: Çalışmak.” (Zweig 2018: 27)
Artık mektuplarında eski ihtiraslar yoktur çünkü gözden ırak olan
gönülden de ırak hâle gelmiştir. Ludwig evlenir ve çoluk çocuğa karışır, kadın
da bu haberi olgunlukla karşılar. Artık hissettikleri birbirlerine değil yaşayamadıklarına
duydukları özlemdir, geçmişe duyulan hasrettir.
“Sadece anılarla
yaşamak insanın doğasına aykırıydı; nasıl bitkiler ve bütün canlılar
renklerinin solmaması ve çanak yapraklarının kuruyup dökülmemesi için toprğın
besleyici gücüne ve gökyüzünden süzülüp gelen canlı ışığa ihtiyaç duyuyorsa,
aynı şekilde sözde gizli düşlerin bile belli ölçüde tensel gıdaya, duygulu ce
canlı bir desteğe ihtiyacı vardı; aksi halde kanları çekilir, ışıma güçleri
zayıflardı.” (Ali 2018: 28)
Ayrı geçen 9 yılın ardından savaş diner ve Ludwig geri dönebilir, kuruduğu düzeni ve ailesi yok saymasa bile
kısa süreliğine ziyarete gelir geçmişine…
Uzun yıllar sonra tekrar karşılaşmalarını Zweig, ihtirasın yerini şeffaf
bir dostluğa bıraktığını yazarak anlatır. Meğer birbirlerine olan özlemi,
geçmişe ve yaşanamamışlıklara duyulan özleme dönüşmüş ve onlar bunu görmezden
gelerek yaşamlarını sürdürmüşlerdir. İkisi de çok değişmiştir, kadın yaşlanmaya
yüz tutmuş, adam onu görünce eski kıvılcımları tekrar alev almaya başlamıştır
ama ikisi de özledikleri o eski sevgililer değillerdir…
“Her şey eskisi gibi,
sadece biz değiliz, biz değiliz!” (Zweig 2018: 37)
Ludwig ailesinin yanına ve işinin başına dönmeden önce yıllarca özlemini
çektiği bu özel kadına Heidelberg’e giden gece treninde ona eşlik etmesini
önerir, kadın da bu çılgınlık olsa da kabul eder. Bedenlerini birleştirmek
değildir artık dertleri, geçmişte yaşayamadıkları, hevesi kursağında kalan
herkesin yinelemek istediği anları canlandırmaktır yalnızca… Bu duyguyu Zweig o
kadar belirgin anlatmış ki kitabı özel kılan tek yönü burası sanırım, konusu
değil, geçmişe duyulan o özlem, birbirlerine değil, yaşamadıklarına duydukları
özlem…
O sırada savaş meydanı gibi anlara tanık olurlar ve aynı savaşın
tekrarlanması ihtimali ikisini de ürkütür. Bu detay bana 2. Dünya Savaşı’nı da
yaşamaktan yorulmuş Zweig’ın intiharını anımsatıyor, sanki bu kararın sinyallerini
bu satırlarda vermiş okuyucularına:
“Onun yaşamını
altüst eden bu savaşı bir kez daha mı yaşamak istiyorlardı?”
(Zweig 2018: 44)
Derken bir otele giderler fakat bir şey yaşamadan gezintiye çıkarlar. Bu
da en büyük kanıtı olsa gerek, duydukları özlemin bedenlerine değil,
yaşayamadıkları anılara dair olduğuna… Yanyana yürürler, gölgeleri birleşir,
adam ve kadın suskun, kadın bir şarkının dizelerini fısıldar…
“Issız eski parkta karlar içinde,
Arıyor geçmişi iki gölge” (Zweig 2018: 51)
Geçmişe dönemediklerini anladıkları anlardır bunlar çünkü artık onlar
geçmişteki adam ve kadın değillerdir.
Hikâye de burada yarım kalır ya da geçmişe dönmeye çalışan adam ve
kadının hayallerinin yarım kalışını hisseder okur… Konu sıradan veya sade gelir
biraz herkese bence ama yıllarca beklediği, özlediği o insanla tekrar bir araya
gelebiliş anının geçmişe dönmesini sağlamadığı gerçeğiyle yüzleşen insanların
duygu derinliği Zweig’ın bu eserini yerince özel kılar…
“Geçmişlerini
arayan, artık gerçekte var olmayan
geçmişe boğuk sorular yönelten bu gölgeler onların kendisi değil miydi?
Gölgeler, canlanmak isteyen ama bunu artık başaramayan gölgeler… Ne kadın eski
kadındı ne de adam eski adam… Ama tıpkı ayaklarının dibindeki bu kara
hayaletler gibi kendilerini bulmak için boş yere didiniyor, cansız ve güçsüz
çabalarla kendilerinden kaçıp, kendilerini yakalamaya çalışıyorlardı.”
(Zweig 2018: 52)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder