28 Haziran 2022 Salı

KÖRLÜK

Kitap adı: Körlük

Yazar adı: José SARAMAGO

Orijinal adı: Ensaio sobre a cegeira

Özgün dili: Portekizce

Anadilinde 1. Baskı: 1995          

Okuduğum baskı: Kırmızı Kedi Yayınevi, 28. Basım, Şubat 2021, 

Çeviri: Işık ERGÜDEN 

Sayfa Sayısı: 331


"Bakabiliyorsan, gör. Görebiliyorsan, fark et.Nasihatler Kitabı  

(Giriş yazısı)  


"Usta yazarın belki de en etkileyici yapıtı olan, sinemaya da uyarlanmış Körlük, toplumsal yaşamın nasıl bir vahşete dönüşebileceğini müthiş bir incelikle gözler önüne sererken, insana dair son umut kırıntısını da bir kadının tek başına örgütlediği dayanışma ve direniş örneğiyle sergileyen unutulmaz eserler arasında yerini almıştır." (Arka Kapak Yazısı)        


************************************
2020-2022 yılları arasında dünyada corona salgını olmuştu, hatırlarsınız, gerçi her yüzyılda bir insanlık tarihinde olur böyle şeyler derler, bu roman da bir salgını konu alıyor, insanların bir anda kör olduğu fakat karanlık değil bembeyaz bir aydınlık gördüğü bir körlük, körlük için görmek fiilini kullanmadan bir tarifte bulunamamak biraz manidar oldu gerçi. Her neyse, konu bir çeşit salgın evet, hastalık da körlük fakat kitap bundan çok daha fazlası ya da bu romanın esas anlattığı değerler için bu salgın yalnızca kitabın ihtiyacı olan konudan başka bir şey değil bence. Bazen yazarın söyleyecek sözleri vardır, bunlar için gerçek veya mecazi bir konu yaratması gerekir, metafor veya somut olaylar silsilesinin arasında gömer bu değerleri, işte bu kitap da tam olarak bunu hissettiriyor okurken; yani en azından benim "gördüğüm" bu :)      
 
     
"Bir sürü aptalın saldırısına uğrayan, daha fazlasının da yok saydığı ahlaki vicdan, var olan ve daima var olmuş bir şeydir, yoksa ruh denen şeyin bulanık bir fikirden öte olmadığı Dördüncü Zaman filozoflarının icadı değildir." (Sayfa 25) 

"Herkes bilir ki, mükemmelliğe giden yol taşlıdır ve erdem de bu yolda her zaman engellerle karşılaşır, günahı ve kötülüğüyse şans öylesine destekler ki, ..." (Sayfa 33). 

1998 Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandırmış yazarına Körlük, yazar 76 yaşındayken tam da, kim bilir belki de romandaki tek gözü bantlı yaşlı adamla bir bağı vardır yazarın. Romanda dikkatimi çeken bir detay vardı, rüya mı görüyorum dememek için araştırdım üstelik böylesine bariz bir gerçeği teyit etmek için: Romandaki hiçbir karakterin ismi yok, tarifleri var, dışarıdan bakan bir gözle, içeriden bakan bir dünya ile, olayların sürüklediği bir çizgide verdiği reaksiyonla fakat tüm bu tariflerde hiçbir kahramanın ismi yok. Üstelik yazım şekli de alışılmışın dışında, çevirmen (veya editör, emin değilim) not düşmüş kitabın başına, "Bu kitapta, yazarın kendine özgü yazım şekline sadık kalınmıştır." şeklinde. Bu detayın çeviri ile bozulmaması muazzam olsa gerek çünkü bazen iki veya daha çok kişi arasındaki diyalogları okurken konuşanın kim olduğunu anlamak için kitapta yaratılan dünyaya gerçekten girmek gerekiyor, tabii bize o dünyayı tarif eden ve kahramanlar arasındaki gözleri gören tek kişi olan kadının gözlerinden, onun bakış açısından, onun yorumlarından fakat kendi yargılarımızla... 

"Bir hekim, kendi başına, birkaç kişiye bedeldir, ..." (Sayfa 36) 

"... körlük bulaşmaz, Ölüm de bulaşmaz, buna rağmen herkes ölür," (Sayfa 41) 

"alevi en parlak olan mum yolu aydınlatan yoldur," (Sayfa 93) 
"kötülük, daima en kolay yapılan şeydir." (Sayfa 93) 

Yargılar... İnsan her şeyi yargılar, eğer o anda herkes görme duyusunu kaybetmemiş olsa acımasızca yargılar, hal böyle iken ise anlayışla yargılar, insan bir şekilde hep yargılar fakat en çok da kendini yargılar, halbuki bilir içten içe, kendi yaşadıklarını, duygusal inip kalkmalarının her birine neden olan geçmişin izlerini, hepsini bal gibi de bilir insan, yine de en çok kendini yargılar, bunu bıraktığında ise gözündeki perde kalkar ve gerçekleri görmeye başlar. Belki de ancak bu şekilde ve bir anda, sebebini bile henüz kavrayamadığın mevzuulara ait sonuçlarla karşı karşıya gelerek, son bulur bu körlük salgını... İşte benim gözümden Körlük romanının yorumu, sevgili kendi halimdeki blogumun biricik okuyucusu. 

"Hepimizin zayıf anları olur, ağlayabildiğimiz için çok şanslıyız, gözyaşları bizi çoğu kez huzura kavuşturur, ağlayamadığımız zaman ölecek gibi oluruz, dedi," (Sayfa 104) 

"Tam anlamıyla insan gibi yaşayamıyorsak, en azından tam anlamıyla hayvan gibi yaşamamak için elimizden geleni yapalım," (Sayfa 123) 

"Ne iyilik süreklidir ne kötülük, ya da daha edebi bir ifadeyle, Ne mutluluk sonsuza dek sürer ne de mutsuzluk, bu yüce özlü sözleri yaşamın ve kaderin bahtsızlıklarından geçerek öğrenmeye zaman bulanlar söylemişler," (Sayfa 128)   

Peki bu roman tam olarak neyi anlatıyor? Gerçekten kör mü oluyor insanlar yoksa bu yalnızca bir metafor mu? Evet, aslında ilki doğru, gerçek anlamda bir körlük salgını konu alınıyor tüm sayfalarda fakat bence kitabın anlatmak istedikleri için bu yalnızca somut bir konu olarak aracı görevini üstleniyor. Aynı Dönüşüm kitabında Gregor Samsa'nın gerçekten bir böceğe dönüştüğünü düşünmemize rağmen Kafka'nın anlatmak istediklerinin çok daha derin detaylar olduğu gibi. Sanırım bu tarz kitapları hep birbirine benzeteceğim ve hep en önemli roman türü olacak benim için. 

"Olaylar böyle devam ederse, sonunda, en büyük kötülüklerin bile, içinde o kötülüğe sabırla katlanmamıza yetecek kadar iyilik barındırdığı sonucuna kaçınılmaz olarak bir kez daha varacağız," (Sayfa 156) 

"... ama eğer böyleyse, nasıl tanışmışlardı, elbette sesleriyle, gayet açıktı, gözlere ihtiyaç duymayan yalnızca kanın sesi değildi, aşk da, ki kör olduğu söylenir, onun da söyleyecek sözü vardı." (Sayfa 159) 

Kitabın bir özelliği daha var, bu salgının sebebi, salgının olduğu ülke veya şehir, salgından etkilenenler, romandaki baş kahramanların isimleri, bunların hiçbiri yok. Ne bir insan ismi var ne de bir şehir... Sonuçta bu körlük salgını, nasıl tarif edebilir karakterler olayları veya kişileri diye düşünecek olursak roman boyu gözleri gören tek bir kişi var, aslında onun var oluşu da mecazi bazı değerleri simgeliyor bence ama gelelim romanın konusunu somut olarak ele almaya: Bir kişi var gözleri gören ve kitaptaki tasvirler onun gördüğü kadarıyla bize aktarılıyor yani onun ağzından dinlemiyoruz hikayeyi ama onun gözlerinden görüyoruz. O neden kör olmadı, bilinmiyor, salgının sebebi ne, bilinmiyor, salgın aniden nasıl başladı ve aniden nasıl bitti, bilinmiyor. Yalnızca yaşananlar var elimizde, gözleri gören o tek kadının gözlerinden gördüğümüz kadarıyla inceliyoruz her yeri ve herkesi... Gözleri gören tek kadının gözünden görüyor, yazarın kaleminden dinliyor, kendi aklımız ve değerlerimizle de yorumluyoruz, çıkarılacak dersleri alsak iyi olur çünkü şu an yeryüzünde olan tüm insanoğlunun bu derslere maalesef bir gün ihtiyacı olacak... 

"Nasıl ki cüppe giymekle keşiş olunmuyorsa, eline asa almakla da kral olunmaz, bu asla unutulmaması gereken bir gerçektir." (Sayfa 213) 
 
"Neyse ki, insanlık tarihinin gösterdiği gibi, kötü bir şeyin beraberinde iyi bir şey getirmesi de ender değildir, iyi şeylerin kötü şeyler getirdiğinden ise daha az söz edilir, dünyamızın çelişkileri böyledir, bunların bazıları diğerlerinden daha fazla dikkate değerdir,..." (Sayfa 217) 

"tartışmaya gerek yok, her yaşam vaktinden önce sona erer." (Sayfa 221) 
"hayattaki her şey gibi, zamana zaman tanırsanız her şeyi çözümler." (Sayfa 243) 


**********************************************************************
Özet: (Devamı Spoiler içerir)

Sarı ışık yanar ve trafiğin ortasında bir adam aniden kör olur. Bu adamın tasviri kitap boyu ilk kör olarak kalacaktır. Sebepsiz ve acısız bir körlüktür bu fakat roman boyu bahsettiğimiz körlükte insanlar bembeyaz görür yani gerçek hayatta görme yetisi olmayan insanlarımızın karanlık gördüğü düşünülünce bu da romanın normalden farklı bir yönüdür. 

Adam aniden kör olunca insanlar onun yardımına koşarlar ve ısrarla doktora gitmek yerine eve gitmek isteyen bu zavallı adamı bir hayırsever (!) evine götürür, sonrasında ise arabasını çalar... Tabii bu salgını ilk kıvılcımı yayılmaya başlar ki arabayı çalan kişi de kör olacaktır, durup dururken, çok geçmeden hem de.

Aniden kör olan o ilk adam  karısı gelene kadar evinde bekler ve karısı gelince apar topar bir göz doktoruna giderler. Doktor pek bir şey yapamaz çünkü ortada herhangi bir sebep veya acı hissi bile yoktur fakat beyaz görünen bir körlük dalgasıdır bu. Doktor durum hakkında daha fazla araştırma yapmak ister ve tabii meslektaşları ile de iletişime geçer fakat henüz bir çözüm yolu bulamamışken o da kör olur. 

Derken, ilk körün eşi, arabayı çalan adam, ilk körün göz doktoruna gelen tek gözü bandajlı ihtiyar hasta, aynı göz doktoruna annesi ile gelen şaşı küçük çocuk, oto hırsızı kör olduktan sonra onu evine getiren polis memuru, biriyle parası karşılığında birlikte olan koyu renk gözlüklü genç kız... Herkes yavaş yavaş kör olur. Herkesin bu olayı yaşayışı farklıdır elbette, mesela insanlarla para karşılığı birliktelik yaşan koyu renk gözlüklü genç kız aslında anne babasına çok düşkündür ve onlarla yaşamaktadır. Bunun gibi pek çok şaşırtıcı detay bulunmaktadır satır aralarında. Bu da ön yargılarımızı kırmamız gerektiğini bize yazarın anlatma şeklidir belki de. Dışarıdan yargıladığımız insanların hayatları tahminimizden çok farklı çıkabilir, nitekim bu romandaki her salgın kurbanı için bu geçerli fakat hepsini önünüze sunmak yerine okurken kendi şaşkınlığınızı keşfetmenizi tercih ederim çünkü insan neyi yargılarsa onun tersi çıkınca şaşırıyor... Şaşırdıkça da ya utanıyor ya da aydınlanıyor sessizce, bu arada dışarıdan kitap okuyan sıradan insanlar olarak görünüyoruz, içimizde böyle çatışmalar olduğu görülmüyor, endişelenme çünkü insan insanın iç dünyasına da kördür, gözleri görse bile...

Göz doktoru bu durumun bir salgın olabileceğini anlayınca yetkili merciilere haber verir ve kör olanları, başta kendisi olmak üzere, karantinaya almaya görevliler gelir. Burada hikayenin gidişatını önemli ölçüde etkileyen  bir gelişme yaşanır: Göz doktorunun eşi kör olmaz fakat tam da yetkililer doktoru alıp götürdüğü sırada kendisinin de aniden kör olduğu yalanını söyler, eşini yalnız bırakmamak için. Bu sayede onu da alırlar karantinaya. Yukarıda yazdığım ilk kör olanlar karantina için bir akıl hastanesine kapatılırlar.  Aralarında gözleri gören tek kişi, bahsettiğimiz göz doktorunun eşidir ve kapatıldıkları bu akıl hastanesindeki insan sayısı günden güne artacaktır...

Yetkililer şöyle bir çözüm bulurlar: Akıl hastanesinin iki kanadından birinde körler, diğerinde de körlerle temasta olan yani yakın zamanda kör olacağından şüphe duyulanla bulunmaktadır. İkinci yakasındakiler kör oldukça insanlar onu diğer yakaya adeta kovarak gönderirler. 

Bundan sonra karantinaya alındıkları akıl hastanesinde geçenleri okumaya başlarız, sonuçta doktorun gören karısının gördüklerini görüyoruz kitabı okurken. Doktorun karısı gözlerinin gördüğünü eşi hariç herkesten saklar ve zaten onun da bu salgından etkilenerek eninde sonunda görme yetisini kaybedeceğini düşünürler eşi ile fakat nedense hiç görme yetisini yitirmez. 

Bu pandemik meseleye beyaz felaket denir ülke çapında, insanlar bembeyaz bir boşluk gördükleri için. İroniktir ki pandemiye insanların yaklaşımı, hastalık ve etkilerini farklı olsa da, insan aynı insan olduğu için olacak herhalde, pek de değişik gelmez okuyana. Yani yaşananlar tabii ki farklı sonuçta insanlar göremedikleri için günlük ihtiyaçlarını bile yerine getirmekte güçlük yaşıyorlar fakat mental olarak bir pandemi başlangıcında insanoğlunun hissine olur, aklından neler geçer derseniz, sanırım bu sorunun cevabı benim gerçek hayatta gözlemediğim ve hatta içinde bulunduğum pandemi sürecinde farklı değildi, şaşırtıcı fakat düşündürücü... İnsan aynı insan, somut olarak hayatta kalış mücadelesi değişse de yüzyıllar önce de aynı insandı, romanda da aynı insandı, şimdi de aynı insan, demek ki öğrenmemiz gereken dersler henüz tamamlanmadı...

Derken, bu karantina yerleşkesindeki hayatta kalma mücadelesi başlar. Doktorun eşinin, insanlar gördüğünü anlamasın diye çaktırmadan, alttan altta yardımcı olmasını saymazsak insanlar kendi kaderlerine terk edilmiştir burada. Her gün aynı saatte bir anons duyurulur, dışarı çıkmaya kalkanı askerler vurur, hatta  bir süre sonra askerlerin yemek temini bile düzensizleşir. Zaten en başta hijyen problemi baş gösterir. Kendi aralarındaki hiyerarşik düzen kan gövdeyi götürdü denecek boyutlara ulaşır. Kahverengi gözlüklü genç kız taciz edilince kendini taciz eden oto hırsızı adama öyle bir tekme atar ki adam normal şartlar altında basit bir tedavi ile iyileşecekken hijyen problemi yüzünden bir süre sonra acı içinde vefat eder. Koğuşlara her gün yeni körler eklenir, kimi dışardan kimi yan koğuştan. Bazen insanlar birbirleriyle birlikte olurlar fakat bu iki tarafın isteği de varken sorun olmaz. Esas sorun içerdeki yönetimi diktatörce ele alan başka bir koğuştaki erkeklerin kendilerine kadın yollanmazsa binaya giren yemeği diğer koğuşlarla paylaşmayacağı üzerine getirdiği kuraldır. Bunun üzerine her koğuştaki kadınlar gidip erkeklerin onlara tecavüz etmesine izin verirler. Bu da demek oluyor ki kör ya da görüyor olması bir insanın karakterinde iyi veya kötü etki etmez ve hatta baskıladığı kötü karakterini ortaya çıkarmasına bile vesile olur. Yani kimi acınacak halde sürünürken kimi de insanlık namına içinde hiçbir kırıntı bırakmamıştır. Bunun gibi pek çok macera yalanır bu koğuşlarda. Düzen de kurulmaya çalışılır, mücadele de verilir, ölülerin gömülmesi için organize de olur insanlar. Koyu renkli gözlüklü genç kız aslında o şaşı çocuğu koruyup kollar fakat öyle bir an gelir ki o kız ve doktor birlikte olurlar, hem de doktorun eşinin gözlerinin önünde ve biz pek çok detayı doktorun eşi doktora anlatırken görürüz. Buna rağmen doktorun eşinin onu bırakıp gitmemesi kitapta çok üzerinde durulmayan bir detaydır. Sanırım bazılarının insanlığı standardın çok üstünde ve merhamet sevdiği adamdan baskın çıkıyor fakat bu ayrıntı beni bir okuyucu olarak yaralamıştı çünkü kitaptaki salt kötü karakterlerden biri değil ne doktor ne de koyu renk gözlüklü genç kız. Oradan da alınması gereken bir ders var diyerek okumaya devam ettikçe verdikleri hayatta kalma mücadelesi gerçekten dayanılmayacak boyutlara ulaşır, lavabo ihtiyacını gidermenin bile zorlaştığı, yemeğin herkese yetmediği, yeteceği zaman bile insanların kendi içinde savaş halinde olduğu çok ama çok zorlu anlar yaşanır. 

İnsanlık onurundan eser kalmadığını gösteren insanlar da var artık bu binada, annesiz küçücük bir çocuk da, hala fedakar olan bir eş de, yalnız, yaşlı ve zararsız bir adam da... Kimse kimseyi görmüyor diye tuvaletini koridora yapan da var, tacizci de tecavüz eden de, ölen de öldüren de. Doktorun eşinin fedakarlığına rağmen doktorun o genç kız ile birlikte olması da unutulmaz, o genç kızın kendini kız kardeşi gibi gören doktorun karısına bu ihaneti etmesine rağmen aynı zamanda annesiz o küçük çocuğa kendi canındanmış gibi sahip çıkması ise tezatlık örneği olmuştur. İnsanlardan zaten hakları olan yemekleri çalıp onlara yemeklerini vermeleri karşılığında bir eşyaymış gibi kendilerine kadın verilmesini isteyenler de, artık annesini sayıklamaktan bile vazgeçen o çocuk da var koğuşlarda, mesleklerinin artık hiçbir manası olmadığı için yalnızca burada yaptıkları seçimleri ile böylece aklımızda kalan insanlar çoğu da. Gözü siyah bantlı yaşlı adamın karantinaya alınırken yanında getirdiği radyo ile dış dünya ile aralarındaki tek etkileşimi hisseden bir insan topluluğu da mevcut, hem de bireylerin çağdaş dünyada hiç göstermedikleri iyi ve kötü yanlarının ortaya çıktığı hiç de nezih olmayan zavallı bir ortamda oluyor bütün bunlar....

Hatta bir gün, doktorun karısı, kendilerinden tüm eşyaları diğer koğuştaki erkekler tarafından toplanırken duvara asarak sakladığı makası alıp, canına tak eder bir halde, yemeklerini çalarak yemek vermek karşılığında kendilerine tecavüz eden erkeklerin başındaki adamı öldürür. Hiçbir zaman en ufak bir kötülük bile yapmayacağını düşündüğümüz bir karakterin bile katil olmasına neden olabiliyormuş hayat demek ki... Gerçi doktorun eşinin işlediği bu cinayete çok şaşırmamıştım okurken çünkü eğer ortada adalet yoksa ve adalet sağlayacak bir sistemden de halk yoksunsa geriye yalnızca hayatta kalma mücadelesi vermek kalıyor, zaten kendisi de kadınları rahat bırakmaları için yapıyor bunu. Sapık ruhlu insanların anladıkları tek dil bu belki de...

Bu akıl hastanesindeki hayatta kalma mücadelesi öyle bir noktaya geliyor ki bir süre sonra kimse onlara yemek getirmemeye başlıyor. Normalde askerler düzenli olmasa bile binanın girişine yemek bırakırken artık bu da tamamen kesilince, içeridekiler ölüme terk edildiklerini anlıyorlar. Zaten doktorun eşinin makasla, kadınlara zorla o kötü şeyleri yapan adamların çetebaşını öldürmesi ile de kaos gözle görülür bir hal alır ve isyanlar binada yangın çıkmasına neden olur. Daha doğrusu bu sapık ruhlu çeteye karşı kadınlardan biri yangın çıkarır ve muhtemelen o yangında o sapık yaratıkların çoğu ölür. 

Binadan çıkan yangın sonucunda askerlerin ateş etmesi pahasına da olsa dışarı çıkar insanlar. Bir de ne görsünler (!), dışarıda artık kimse yok, ne çıkmayı diye ikaz eden biri, ne sizi vururum diye seslenen bir asker, ne de sokaktan geçen insanlar. O bölgede kimse kalmamış. Doktorun karısı insanlara özgür olduklarını ilan eder. Bunun üzerine dışarıda yeni bir hayatta kalma mücadelesi başla çünkü özgürlük aynı zamanda sorumluluk yükler insanın omuzlarına... 


"kurbanın celladı üzerinde hiçbir hakkı olmaması adaletin de olmaması demektedir, insanlık da yok demektir," (Sayfa 258) 

"..., bütün hikayeler evrenin yaratılış hikayesine benzer, o anda orada kimse yoktur, kimse tanık olmamıştır ama yine de olanları herkes bilir." (Sayfa 267) 

"Şu özlü sözü bilir misin, Hangisi, Yaşlılar az çalışır, ama onları hor gören delidir, O özlü söz öyle değil, Biliyorum, yaşlı yerine çocuk, hor gören yerine de küçümseyen demeliydim, ama eğer özlü sözlerin anlamlarını yitirmemelerini istiyorsak, onları zamana uyarlamalıyız," (Sayfa 285) 

"çünkü dünyadaki kitapların sayısı, eğer hepsi bir araya gelse, tıpkı evren için dendiği gibi, sonsuzdur." (Sayfa 307) 


Böylece dışarıdaki hayatları başlar insanların. Karantinaya alındıkları için haberleri olmasa da dışarı çıkıp şehrin merkezine ilerlediklerinde şehirdeki veya ülkedeki herkesin kör olduklarını öğrenirler. İnsanlar çeteler halinde geziyor ve birazcık yemek bulmak uğruna kavga ediyorlardır. Devlet adamlarının bile kör olduğunu düşünür, karantinadan yeni çıkan ekip ve anlar ki elektrik, su, doğalgaz, şehir alt yapısı, yönetim, hukuk sistemi, güvenlik... vs. namına eser kalmamıştır şehirde. İnsanlar ufak gruplar halinde dolaşmakta ve dükkanları, küçük veya büyük mağazaları, her türlü marketi talan ederek yiyecek bulup, oralarda barınıp sonra kendilerine başka yer bulmak üzere yollarına devam etmektedirler. Doktorun karısı bu gördüklerini yanındakilere anlatır çünkü gözlerinin gördüğünü itiraf etmiştir onlara. Artık onlar da hayatta kalma savaşı veren bu gruplardan birisidir. 

Yazarın tasviri ile saymak gerekirse; ilk kör, ilk körün karısı, gözü siyah bantlı yaşlı adam, koyu renk gözlüklü genç kız, şaşı çocuk, doktor ve doktorun eşi; işte bu yedi kişi yollarına artık birlikte devam ederler. Yanlarına bir de gözyaşı yalayan köpek katılır. Yazarın köpeği böyle tasvirlemesi gülümseten bir detaydı benim için. 

Artık bu grubun hayatta kalma savaşından kendini sorumlu hisseder doktorun karısı ve onlar için elinden geleni yapar. Bu yedi kişi ve gözyaşı yalayan köpek, doktorun gözleri gören eşi sayesinde yemek bulurlar, kıyafet bulurlar, onlar da diğer gruplar gibi marketleri dolaşarak yiyecek bulup hayatta kalma savaşı verirler fakat doktorun eşinin gördüğü kadarıyla hijyen açısından sokaklar da karantinada kaldıkları binadan pek farklı sayılmaz. Neticede insanlar ne duş alabiliyordur, ne doğru düzgün temiz su bulabilirler, ne de lavabo konusunda bir hijyen imkanları kalmıştır. Bunların hiçbiri kalmayınca doktorun eşinin gördüğü manzaraya şaşırmamak veya şartlar buyken kimseyi artık kendisinden eser kalmayan modern hayatın gerektirdikleriyle yargılamamak gerekir. 


"İnsanların neler yapacağı ya da yapamayacağı önceden bilinmez, beklemek gerekir, zamana zaman tanımak gerekir, zaman hükmeder, zaman, kumar masasında karşımızda oturan oyuncudur ve oyunun bütün kartları onun elindedir, bizler ancak hayatımızı verirsek bir şey elde edebiliriz, kendi hayatımızı," (Sayfa 323) 

"Neden kör olduk, Bilmiyorum, belki bir gün nedenini öğreniriz, Ne düşündüğümü söyleyeyim mi sana, Söyle, Bence biz köre olmadık, biz zaten kördük, Gören körler mi, Gördüğü halde görmeyen körler." (Sayfa 331)  


Bu zor süreçte, herkes denk gelişi başkalarının evini yemek bulma umuduyla talan ettiği için kendi evlerinin ne halde olduğunu bilememektedir bizim grup. Bunun üzerine bu yedi kişi, koyu renk gözlüklü genç kızın evine de giderler, ilk kör ve karısının evine de, doktor ve karısının evine de, tabii doktorun eşi sayesinde bulurlar tüm evleri.  

Koyu renk gözlüklü genç kızın evine gittiler önce. Tek başına yaşayan yaşlı bir komşusu vardı kızın, artık arka bahçedeki hayvanları öldürüp çiğ etlerini yiyen. İnsan aç kalınca bunu yapması ilginç gelmiyor fakat o yaşlı ve sevimli kadının hayatta kalmak ve yiyecek bulmak için nasıl katılaştığını görmek veya koyu renk gözlüklü genç kızın tüm kitap boyunca yanındaki şaşı çocuğa bir yabancı olmasına rağmen sahip çıkıp da gidip kendisine yardım eden kadının eşiyle (doktor) birlikte olması ve bunun gibi pek çok detay insanı şaşırtıyor doğrusu, insanoğlunun tezatlıklara yaklaşımını ele alınca mesela karakterse tutar bekliyor belli ki. Genç kız eve bu huysuz ve yaşlı komşusu sayesinde giriyor, onun evinden yani çünkü kızın anahtarı yok. Genç kız evde anne babasını bulmayı umuyor fakat ne yazık ki evde kimseyi bulamıyor. 

Doktor ve eşinin evine de gidiyorlar, doktorun eşinde anahtarlar var tabii. Şansları yaver gidiyor çünkü kapının zorlandığı belli fakat kimse açamamış kapıyı yani evleri hiç talan edilmemiş belli ki. O yüzden burada dışarıdaki hem somut hem de soyut anlamdaki pis dünyaya nazaran çok daha iyi şartlarda bu yedi kişi barınabiliyor. Hatta duş alıp temizleniyorlar bile, yaşanan bunca zorluğun ve hem karantinada kaldıkları binanın hem de sokakların kirliliğinin ardından aylar sonra hem bedenen hem de kıyafetleriyle temiz olmaları o kadar garip ki adeta ruhları temizlendi sanmışlardır ki haksız da sayılmazlar bunu hissetmekte. Doktorun gözleri gören eşi olmasaydı diğer insanlar kadar zorlanacaklardı belli ki çünkü o dışarı çıkıp yiyecek bulup getiriyor eve ilerleyen günlerde. Doktorun eşi bir süpermarket deposunu keşfedip oradan da yemek getiriyor fakat çıkarken depoyu, diğer körler bulamasın diye, kapatıyor. Bu durum ona vicdan azabı yaşatmıyor değil ama bence yaptığı normal çünkü herkesi kurtaramıyorsan sorumluluk hissettiklerini kurtar... 

İlk körün ve karısının evini de bulup oraya gittiklerinde evlerinde başka birinin yaşadığını görüyorlar, salgından sonra kör olan bir yazar bu kişi ve kör haliyle bile yaşananları yazmaya çalışıyor, gerçi doktorun karısının gördüğüne göre yazıları üstüste biniyor ama gözlerinin görmediğini düşününce yazmaya devam etmesi bile muazzam bir detay. O adamın orada yaşamasına izin veriyor ve hep birlikte doktor ve karısının evine dönüyorlar çünkü bu yedi kişinin birlikte yaşaması için en elverişli ortam o ev. 

Başka birgün koyu renk gözlüklü genç kızın evine tekrar uğruyorlar, acaba kızın anne ve babası gelmiş mi diye kontrol etmek için fakat karşıladıkları manzara hayli düşündürücü biz okurlar için. O bahsettiğim huysuz yaşlı komşu kadın vardı ya hani, işte onu dışarıda ölü olarak, genç kızın evinin anahtarlarını da bu ölü bedenin ellerinde buluyorlar. Hatta bu kadın bahçesindeki tavşanların kafeslerini de açık bırakmış ölmeden önce. Böylesine huysuz bir kadının tavşanların ölmemesi için onların kafeslerini açık bırakıp öyle ölmesi şaşırtıyor bizimkileri. Bazı insanlar tamamen karanlık bence ama çoğumuzun hem karanlık hem de aydınlık  bir tarafı var. Sanırım bu kadın da bunun öncü örneklerinden biri bu hikayede. İşte, bu romanda bu tarz birçok tezatlık insanoğlu ile ilgili okuyucuyu epeyce şaşırtıyor bence. Artık bu karakterlerin her biri hakkında okuduklarımızdan bazı çıkarımlar mı yaparız yoksa şaşırıp geçer miyiz, işte o her okuyucunun kendi kararı, sonuçta özgürlük sorumluluk getirir demiştik :) Genç kız ile doktorun karısı, genç kızın evini tekrar kontrol eder ve anne babanın hala eve gelmediğini görünce kız saçından bir tutamı kapının tokmağına asar, eğer bir gün gelirlerse kızlarının da onları aradığını anlamaları için bir işarettir bu. Ardından doktor ve karısının evine geri dönüyorlar...

Bu şekilde günleri geçiyor ve yaşanan trajedilerin ağırlığını bir yana bırakacak olursak, hiç talan edilmemiş bir evde, yanlarında gözleri gören ve onları bakan biriyle yaşadıkları için bu yedili gayet şanslı geliyor gören gözlere. Hatta bu evde kalırken bizim gözü bantlı yaşlı adam ile koyu renk gözlüklü genç kız sevgili olmaya başlıyorlar. 

Derken bir gün, aniden ilk körün gözleri aniden görmeye başlıyor. Sonra bir başkası, sonra bir başkası daha derken, sokaktan da görüyorum çığlıkları yükselmeye başlıyor. Tüm şehirdeki insanların gözleri, bizim yedi ana karakter dahil, birkaç gün içinde tekrar görmeye başlıyor. Neden birden kör oldular ve birden neden tekrar görmeye başladılar bilinmez... Doktorun karısı neden hiç kör olmadı, o da bilinmiyor... Sokaklar, dükkanlar, insanlar, her şey talan edilmiş ve rezalet bir durumda ama olsun, herkes görüyor ya artık, bütün şehir baştan kurulur, temizlenir, tamir edilir. Sonuçta herkes birkaç gün içinde görme yetisine, aynı kaybettikleri gibi, birdenbire kavuşuyorlar. (Yalnızca gözü bantlı yaşlı adamın görme yetisi geri gelmiyor çünkü bu beyaz felaketten önce en son doktora muayeneye gittiğinde gözlerinde katarakt vardı ve onu düzeltmek için ameliyat olması gerekiyor fakat artık beyaz değil karanlık görüyor o gözü yani bu beyaz felaketten o da kurtuluyor, her şey düzeldikten sonra onun gözünü basit bir ameliyat ile katarakttan kurtaracağını söylüyor doktor, eşine yani endişelenecek hiçbir şey kalmıyor ortada.) 

Bu sevincin ardından, biz okuyucular şok içinde neler olduğunu ve sebeplerini anlamaya çalışırken, herkes yavaş yavaş kendi evlerine dönüyor ve hayatın düzelmeye başlayacağını düşünüyorlar. Roman da böylece, aniden başladığı gibi, aniden bitiyor...


***********************************


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder