Yazar adı: Gabriel Garcia Marquez
Orijinal adı: La hojarasca
Ülke: İspanya
Özgün dili: İspanyolca
Anadilinde 1. Baskı: 1955
Okuduğum baskı: Can Yayınları, 18. Baskı, 2017, Çeviri: İnci Kut"Albayım, albayım, çalışma odanızda sizi görmek isteyen bir yabancı var,"
"Tek eksiğimizin yağmur yağmaya başlaması olduğunu düşünüyordum."
"Hayatın gösterisine katılırken takındığı o azap dolu kayıtsızlığı düşündüm."
"Şimdi artık insana benzer yeri almamış. Gözleri henüz ölmemiş olan bir cesede benziyor şimdi."
"Şimdi kokuyu alacaklar. Şimdi bütün çulluklar ötmeye başlayacak."
Yaşlı adam (Albay), kızı (Isabel) ve torunu... Bu üç karakterin gözünden anlatılıyor, öykü boyunca yaşananlar. Bu anlatıcı değişimi aniden oluyor. Mesela albayın gözünden ölen doktorun odasındaki bir anı okurken, bir anda torununun albayın az önce anlattığı anları kendi gözünden yorumladığı paragrafa geçmiş oluyorsun ve bu anlık değişim, her ne kadar üç anlatıcının yaş farkının çok olmasından ötürü meydana gelen bakış açısı değişiminden, cümlelerdeki hitap şekillerinden ve değişen ruh hallerinden ötürü kolay anlaşılabilir olsa da; yine de yazarın, okuyucunun kitaba kendini kaptırmadan okumaya devam etmesine izin vermediğinin açık bir kanıtıdır bence.
Öte yandan, kitaptaki olay örgüsü birazdan özetleyince fark edeceğin gibi aslında pek karışık olmasa da kitabın kurgusu kronolojik bir sıraya dayanmadığı için, bir "Albaya Mektup Yok" kadar kolay okunmadığını düşünüyorum. Bu varsayımım kitabı sıkıcı kılan cinsten değil, bilakis sıradan sayılabilecek bir konuyu Marquez'den başkasının bu denli dinamik bir dille kurgulayamayacağının ve okurken hem konforu hem de taşları yerine oturtmaya çalışırken yaşanan beyin fırtınasını aynı anda yaşamamızı, bu yazardan başkasının sağlayamayacağının göstergesi olsa gerek.
Aslında bu karmaşık olmayan hikâyeyi daha eğlenceli veya merak uyandırıcı bir hâlde yazma hâli, yazarın "Kırmızı Pazartesi" kitabını da andırsa da buradaki durum biraz daha farklı. Doktorun cesetinin olduğu odada oturan küçük çocuğun gözünden odanın içindekileri okurken, bir anda çocuğun annesinin (Isabel) çocuk yaşlardayken üvey annesi ile (Albayın eşi) yaşadığı bir anı anlattığını görebilirsin.
Hem zamanın bir anda geçmiş veya gelecekte yaptığı gezinti hem de anlatıcının değişimi, öyküyü hiç hafife almaman için yeterli. Bu durumun gözünü korkutması yerine kitabı okuma isteği uyandırmasını tercih ederim. Neticede Marquez tarzı denilen bir gerçek var fakat bu kitabı özel kılan bir diğer sebep, yazarın ilk kitabı olması. Gencecik bir adam nasıl ilk kitabını bu denli güçlü yazabilir, bilinmez..
Öyküyü biraz özetleyelim:
Macondo Kasabası'nda geçer hikâye. Gelen Muz Kumpanyası kasabanın tüm huzurunu, maddi gücünü ve iş kollarını alt üst etmiştir. Bahsedilen Muz Kumpanyası, tarihteki gerçek bir olaya dayanır, Muz Cumhuriyeti, hani şu Latin Amerika'yı vuran. Marquez de Latin Amerika ülkelerinin refahından yanaydı elbette, bundandır ki ele almış kaleminde. Yarattığı bu hikâyede, Muz Kumpanyası, Maconda kasabasına adeta bir yaprak fırtınası getirmiştir..
Öyküyü okurken bu Muz Kumpanyası-Muz Cumhuriyeti meselesini açıkça fark etmeyebilirsin çünkü öykü kendi sınırlarının dışına çıkmıyor yani Marquez kitabının bu gerçekle ilişki yönünü saklamış; tıpkı okumayı gerçekten bilmeyen büyük güçlerin, kendini kamufle eden bu vurucu kitapların içlerinde sakladıkları anlamları anlayamayacaklarını ve dolayısıyla bu kitapların okunma özgürlüğünü engelleyemeyeceklerini bildiği için kalemlerini yalnızca okuyan ve düşünen insanların diğer tarafını görebileceği ve aslında bildiğiniz şeffaf olan bantlarla kamufle eden diğer yazarlar gibi...
Kasabanın doktoru kimse tarafından sevilmez hatta tüm kasabanın nefretine sahiptir bu hekim çünkü kasaba genelinde yaşanan bir felakette herkes kapısına dayanmıştır, hastaları iyileştirmesi için fakat o hastaları iyileştirmeyi reddeder, kapısını dahi açmaz ve bildiği her şeyi unuttuğunu öne sürer. Kısa süre önce kasabanın tüm refahını elinden alan Muz Kumpanyası'dır bu doktorluğu unuttuğunu öne sürmesinin sebebi de.
Herkes, içinde ilmek ilmek kin ve nefret beslediği bu doktorun ölümünü beklemektedir çünkü cesedinin gömülmeden bekletilerek çürümesi ve akbabalara yem olması, en güzel intikamdır kasabalılar için. Tabii ki doktorun sır dolu (kendini astı ve bu açıkça yazıyor!) ölümünün üzerine herkes bu intikam ateşiyle yanar yeniden fakat albay yıllar önce bir söz vermiştir doktora; ölümünün ardından cenazesinin gömülmesidir bu söz.
" İki gün sonra ona borcumun ne kadar olduğunu sorduğumda şu cevabı vermişti: 'Hiçbir borcunuz yok, albayım. Ama bana bir iyilik yapmak isterseniz, bir sabah beni kaskatı bulduğunuzda, üstüme birazcık toprak atın. Akbabalara yem olmayayım diye ihtiyacım olan tek şey o.' " (Marquez 2017: 121)
Bunun üzerine doktor, tüm kasaba halkının tepkisine göğüs germe pahasına cesedin gömü işlemleri için doktorun evinde gider ve yanına kızı Isabel'i de alır, bu işe bir aile görünümü vererek gelecek tepkileri azaltmak adına. Isabel de aynı niyetten ötürü veya yalnızca kendini güvenmek adına olacak ki küçük oğlunu sürükler peşinde. Böylece ölü bir doktor, Albay, kızı Isabel ve torunuyla birlikte, hikâyenin içindeki çeşitli birkaç karakteri de eklersek, bir odanın içinde başlar gözlemlemeler ve yeri geldiğinde konuşmalar. Albayın bir sözüne torununun aynı anı anlattığı paragrafta rastlarız, bu küçük çocuğun şahit olduğu bir konuşmada geçen bir sözün neden söylendiğini ise annesi Isabel'in gözünden okuduğumuz sayfada anlarız. Böylece bir bakış açısı döngüsü başlar hikâyede.
Bu arada hikâyenin bazı sayfalarda geçmişe, bazı sayfalarda ise geleceğe gittiğinden bahsetmiş olmalıyım. Bu gitgeller ile sürprizler çıkıyor karşımıza, tıpkı albayın doktora verdiği söz ve doktordan nefret edilirken aslında doktorun yaşadıkları gibi şaşırtan ayrıntılar bunlar.
Doktorun, albayın evindeki yerli kız ile yaşadığı meşru olmayan ilişki, bu kıza yaptığı haksızlık ve aslında bilinmeyen işin iç yüzü de doktorun sır küpü dünyasının bir kısmını oluşturuyor. Kitabı bitirince sen de merak edeceksin biliyorum, doktorun bu kızdan olan ikinci çocuğuna (ilkini ilaçlarla düşürmüşlerdi) ne olduğunu fakat ben de aynı merakla bitirdim kitabı ve satır aralarına gizlediği (veya gizlemediği çünkü gerçek hayat da böyledir, bazı olgular öylece kalır, tarifsiz ve dağınık) bu çocuğa ne olduğu gerçeğini çözemedim.
Kitabın zaman makinesi tadındaki sayfalarını toparlarsak; Muz Kumpanyası yüzünden artık kendisine hasta gelmediği için doktorluğunu yapamayan doktor, albayın evine yerleşir. Her ne kadar albayın eşi Adelaida (Isabel'in üvey annesi) bu durumdan hoşnut olmasa da sekiz yıl boyunca bu evde bedavaya rahat bir yaşam sürer. Buna karşılık bir gün evin 'yerli kızı'nın rahatsızlığı için müdahale etmeye tenüzzül etmez ki bu hamilelik olayının görünen yüzüdür. Ardından bu yerli kız ile ayrı eve çıkıp birlikte yaşamaya başlar fakat Muz Kumpanyası'nın ardından zor durumda kalan hastalarla ilgilenmeyi reddettiği o gece yüzünden tüm kasaba doktordan nefret etmektedir. Bu yüzden hiç dışarı çıkmadan, kendi kendi yaşamaya başlar, yerli kız ile. Ta ki öldüğünün duyulduğu o sabaha dek... O gün albay, kızı ve torunu, olayları dinlediğimiz bu esas üçlü, cenaze evine gider, albayın verdiği söz üzerine doktoru gömmek için, tüm kasaba halkının tepkisine rağmen.
Aynı anların farklı insanların bakış açılarından okunması sessiz bir şaheser...
------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hikâyenin yoruma açık satır araları epeyce fazla. Son sayfasında çullukların ölümün kokusunu aldıkları zaman öttüklerinden söz ediyordu, yazarın Çullukların Gecesi isimli hikâyesini merak ettiriyor bu detay da çünkü Marquez kitapları arası atıfta bulunmayı pek sever; hemen hemen her öyküsünde veya romanında yarattığı bir kasaba halkı olması da bundandır herhalde.
Kitabın uzun uzun derin anlamlarını anlatabileceğim başka pek çok ayrıntısı var, Isabel'in eşi Martin'i hep gerçek dışı görmesi ve oğlunu da gittikçe ona benzetmesi gibi fakat onları da her okuyanın kendi yorumuna bırakmalı bence çünkü doktorun ölümünden çok söz ettiğimiz için çulluklar ötmeye başlamadan gidiyorum ;) İyi okumalar...
Doktorun, albayın evindeki yerli kız ile yaşadığı meşru olmayan ilişki, bu kıza yaptığı haksızlık ve aslında bilinmeyen işin iç yüzü de doktorun sır küpü dünyasının bir kısmını oluşturuyor. Kitabı bitirince sen de merak edeceksin biliyorum, doktorun bu kızdan olan ikinci çocuğuna (ilkini ilaçlarla düşürmüşlerdi) ne olduğunu fakat ben de aynı merakla bitirdim kitabı ve satır aralarına gizlediği (veya gizlemediği çünkü gerçek hayat da böyledir, bazı olgular öylece kalır, tarifsiz ve dağınık) bu çocuğa ne olduğu gerçeğini çözemedim.
Kitabın zaman makinesi tadındaki sayfalarını toparlarsak; Muz Kumpanyası yüzünden artık kendisine hasta gelmediği için doktorluğunu yapamayan doktor, albayın evine yerleşir. Her ne kadar albayın eşi Adelaida (Isabel'in üvey annesi) bu durumdan hoşnut olmasa da sekiz yıl boyunca bu evde bedavaya rahat bir yaşam sürer. Buna karşılık bir gün evin 'yerli kızı'nın rahatsızlığı için müdahale etmeye tenüzzül etmez ki bu hamilelik olayının görünen yüzüdür. Ardından bu yerli kız ile ayrı eve çıkıp birlikte yaşamaya başlar fakat Muz Kumpanyası'nın ardından zor durumda kalan hastalarla ilgilenmeyi reddettiği o gece yüzünden tüm kasaba doktordan nefret etmektedir. Bu yüzden hiç dışarı çıkmadan, kendi kendi yaşamaya başlar, yerli kız ile. Ta ki öldüğünün duyulduğu o sabaha dek... O gün albay, kızı ve torunu, olayları dinlediğimiz bu esas üçlü, cenaze evine gider, albayın verdiği söz üzerine doktoru gömmek için, tüm kasaba halkının tepkisine rağmen.
Aynı anların farklı insanların bakış açılarından okunması sessiz bir şaheser...
------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hikâyenin yoruma açık satır araları epeyce fazla. Son sayfasında çullukların ölümün kokusunu aldıkları zaman öttüklerinden söz ediyordu, yazarın Çullukların Gecesi isimli hikâyesini merak ettiriyor bu detay da çünkü Marquez kitapları arası atıfta bulunmayı pek sever; hemen hemen her öyküsünde veya romanında yarattığı bir kasaba halkı olması da bundandır herhalde.
Kitabın uzun uzun derin anlamlarını anlatabileceğim başka pek çok ayrıntısı var, Isabel'in eşi Martin'i hep gerçek dışı görmesi ve oğlunu da gittikçe ona benzetmesi gibi fakat onları da her okuyanın kendi yorumuna bırakmalı bence çünkü doktorun ölümünden çok söz ettiğimiz için çulluklar ötmeye başlamadan gidiyorum ;) İyi okumalar...
------------------------------------------------------------------------------------------------------------
"1955 yılında yayımlanan Yaprak Fırtınası, Latin Amerika edebiyatında “büyülü gerçekçilik” diye anılan akımın ustası Gabriel García Márquez’in ilk önemli yapıtı. Bu uzun öykünün vurgulanması gereken bir özelliği de, Márquez’in yalnızca Yüzyıllık Yalnızlık değil, daha sonraki yapıtlarının da arka planını oluşturan düşsel Macondo kasabasının ilk kez bu kitapta ortaya çıkmış olması.
Dev bir muz şirketinin sömürüsünden artakalan çürümüşlük kokusunun kol gezdiği bu kasabada yapılmaması gereken bir cenaze töreninin öyküsü anlatılıyor. Tüm kasaba halkının nefret ettiği garip bir doktor ölmüş, yaşlı bir emekli albay da, sırf ona vermiş olduğu bir sözü yerine getirmek için halkın karşı koymasına rağmen yanında kızı ve torunuyla birlikte onu defnetme çabasına düşmüştür. Tıpkı Sophokles’in hoşgörüye dayalı bir ortak yaşamı ve birey haklarını savunduğu, bir direniş örneği gösteren ölümsüz tragedyası Antigone’de olduğu gibi. Cenazenin hazırlık aşaması ve Macondo’nun çeyrek yüzyıllık masalsı öyküsü, yarım saatlik bir süre içinde ve geriye dönüşlerle, bu üç kişinin farklı görüş açılarından anlatılmakta. Olağanüstü düş gücünün ürünü olan bu kitap, mucizeler yaratabileceğini çok iyi bilen bir yazarın usta işi yalın anlatımıyla sunulmuş bir başyapıt."
(Marquez 2017: Arka Kapak Yazısı)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder