Yazar adı: Gabriel Garcia Marquez
Orijinal adı: El coronel no tiene quien le escriba
Ülke: İspanya
Özgün dili: İspanyolca
Anadilinde 1. Baskı: 1961
Okuduğum baskı: Can Yayınları, 19. Baskı, 2017, Çeviri: Handan Saraç Sayfa Sayısı: 74
"Albaya mektup yazan yok."
"Şemsiyelerin ölümle bir ilgisi var,"
"Herkes ölümün bir kadın olduğunu söyler,"
"Kesinlikle gelen tek şey ölümdür albay."
"Hayat şimdiye dek icat edilen en güzel şey."
"Kötü bir durumun en kötü yanı bize yalan söyletmesidir."
"Şapka giymiyorum, böylece onu kimse için çıkarmam gerekmiyor."
"Böyle sabahlarda insanın canı resim çizmek istiyor."
"Bütün yıl Aralık olmalı,"
" 'Umut karın doyurmaz,' dedi kadın.
'Karın doyurmaz ama insanı ayakta tutar,' diye yanıtladı albay."
" 'Ama bu bir ayaklanma değil ki,' dedi albay. 'Yoksul bir müzisyenin cenazesi.' "
" 'Yirmi yaş daha genç olsaydım farklı olurdu.' 'Her zaman yirmi yaş daha genç olacaksınız,' dedi doktor. "
"Albaya mektup yazan yok."
"Şemsiyelerin ölümle bir ilgisi var,"
"Herkes ölümün bir kadın olduğunu söyler,"
"Kesinlikle gelen tek şey ölümdür albay."
"Hayat şimdiye dek icat edilen en güzel şey."
"Kötü bir durumun en kötü yanı bize yalan söyletmesidir."
"Şapka giymiyorum, böylece onu kimse için çıkarmam gerekmiyor."
"Böyle sabahlarda insanın canı resim çizmek istiyor."
"Bütün yıl Aralık olmalı,"
" 'Umut karın doyurmaz,' dedi kadın.
'Karın doyurmaz ama insanı ayakta tutar,' diye yanıtladı albay."
" 'Ama bu bir ayaklanma değil ki,' dedi albay. 'Yoksul bir müzisyenin cenazesi.' "
" 'Yirmi yaş daha genç olsaydım farklı olurdu.' 'Her zaman yirmi yaş daha genç olacaksınız,' dedi doktor. "
Yalnızlık ve umut, hiç sönmeyen türden; bunlar gerçeklik olsun, ne de olsa Marquez demek büyülü gerçekçilik demek. Diğer köşedeyse imgeler, bir dolu hem de; ölen oğuldan (ölü ama ne hikmetse mektup gönderebiliyor bazı satırlarda) yadigar kalan ve dövüşler için iyi beslenmeye çalışılan bir horoz, sefalet, açlık, parasızlık, biraz da kahve, hiç gelmeyen ama daimi beklenen mektup, benim de hiç haz etmediğim ve ölümle bir ilgisi olduğu konusunda yazarla hem fikir olduğum bir adet şemsiye, satılan saatler ve resimlerin arka planda bıraktığı hükümet sansürü ve başkahramanızımız bir albay, Yüzyıllık Yalnızlık'taki Albay Aureliano Buendia'yı da tanıyan bir albay üstelik.. bütün bunları Ekim ayında düşünün; keşke Aralık gelse dedirten, yağmurunda yakan, güneşinde ürperten, aylardan Ekim.
Okuyunca belki sade ve durgun bir öykü olduğunu düşüneceksin ama bence satır aralarındaki yalnızlık, ayakta tutan tek olgu olan umuttan vazgeçmeme çabası ve saklanan hayal kırıklıklarının ağırlığından ötürü anlatılmaz, okunur diyelim .. Ben yine duramam, anlatırım gerçi, o halde bakınız gözümden "Albaya Mektup Yok":
Ülkesi için gücünü ve gençliğini veren emekli bir albayın yıllarca emekli aylığını alabilmek için bekleyişini anlatıyor hikaye. Her cuma günü postalar gelir ve albaya mektup yoktur. Yıllar süren bu bekleyiş bana biraz Tatar Çölü'ndeki Drogo'yu andırsa da albayın hissettiği ve hissettirdiği farklı çünkü mücadelesini vermeye, hakkını aramaya çalışıyor fakat çırpınışları pek kayda değer sayılmaz. Parasızlık yalnızca açlık getirmekle kalmıyor, dış dünyaya karşı güçlü ve durumu iyi olan bir çift olarak görünmeye çalışma çabasının verdiği yorgunluğu da ekliyor, albayın bir kahve, biraz peynir ve eşinin hastalıklarıyla geçen günlerine. Yine de umudunu hiç kaybetmeyip her cuma o postanın geleceğine olan inancını diri tutar albay.
Bu sırada, horoz dövüşüne merak saldığı için öldürülen oğulları Agustin'den kalan horoza bakmaya çalışırlar. Kendilerine yemek bulamadıklarında bile horozun mısırını eksik etmezler. Bu durum, albayın eşinin artık canını sıksa da horozu öldüremezler çünkü Agustin'den kalandır o. Üstelik horoz dövüşleri için biçilmiş kaftandır bu horoz ve dövüş zamanı gelince ellerine geçecek paranın da hayali vardır işin ucunda. Tabii bu hiç gerçekleşmedi. Albaya mektup da gelmedi, avukatını değiştirme denemeleri de sonuçsuz kaldı. Ne mektup, ne para... Hayat bu kadardı işte, umut ayakta tutsa da hikâyenin sonu yoktu, olumlu veya olumsuz bir bitişin yerinde yeller esti.
------------------------------------------------------------------------------------------------------
Eğer horoz dövüşü kazanırsa ellerine iyi para geçecek ve bu miktar, emekli aylığını alana kadar albay ve eşinin karnını doyurabilecek ve parasızlık çekmeyeceklerdi. Peki ya horoz kaybederse? Pekâlâ, kazanacak diyelim, peki o zamana kadar ne yiyip içecekler? Albayın sabrı taştı ve karısına dönüp alelade bir cevap verdi: "Elinin körünü." Sonrası mı? sonrası yok, son sayfa gelir ve hikâye tam burada biter. Tıpkı gerçek hayatın sürprizlerle dolu olmayışı gibi, ne başı vardı ne de sonu; bekleyişlerin, umudun ve yalnızlığın... Yazar eline kalemi aldığında albay bir kaşıklık kaldığını gördüğü kahveyi yapıyordu hasta eşine, kalemi bıraktığında ise mektup, para veya herhangi başka bir şey yoktu... Bundandır yazarın kalemi eline alışı ve bırakışının gerçek hayatın doğum ve ölümüne benzeyişi; sen doğarken başkası parası bittiği için kahve alamadı, ölürken de bir başkası mektubunu ve emekli aylığını bekleyecek... Yine de bu aradaki geçen zamanda umut var olacak... "Albaya Mektup Yok" için yazılan yorumların hiçbiri de kitabı okumanın yerine geçmeyecek çünkü bu öykünün verdiği hüzün ve trajikomik anlar, içine tüm üzüntülerini attığın vakitlerdeki tebessümün, aslında en içten gülümsemen olduğunu fark etmene tekabül edecek... O horoz öldürülmeyecek çünkü o horoz baş kahramanımız olan albayın ölen oğlunun yadigarı olduğu kadar hayata tutunuşumuzdaki inadın edebiyattaki metaforudur belki de.
Bu inat hayatın baskılarına karşıdır bir yandan da. Öyküde yeni çıkan filmlerin sakıncalı olduğunu anlatan çan sesleri ve gazetelerde insanların kendi ülkeleri hakkındaki gerekli bilgilerin yazmayışından da söz ediyor ne de olsa. Marquez bu yüzden tüm dünyaca okunmasının yanı sıra bizim topraklarımıza da ne kadar yakın sitemler serpiştirmiş satır aralarına; Kırmızı Pazartesi'nin töre cinayeti gibi... Marquez hep bir toplum figürüyle çıkıyor karşımıza, tıpkı bu kitaptaki ve diğer pek çok kitabındaki gibi...
------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Marquez okuyucuları için her zaman bir Marquez köşesi vardı edebiyat dünyalarında bence. Yazarın yarattığı dünyaya açılan sokağın en başındaki köşeden bahsediyorum. Bir romandaki ön plana çıkan karakter, başka bir hikâyede de görünür, muhakkak rastlamışsındır. Bu öyküdeki albay, Yüzyıllık Yalnızlık'taki Albay Aureliano Buendia'yı tanır; albayın eşini kontrol etmeye gelen doktor belki de Yaprak Fırtınası'nda lanet edilen doktor olabilir, ne de olsa orada da bir albay yok muydu, cenazeyi kaldırmaya gelen. Marquez'in yarattığı bu büyülü gerçekçilik sokağının öbür başındaki yolda Kırmızı Pazartesi'nin içinde geçen, hem herkesin haberdar olduğu hem de beklenmedik cinayetin işlendiğini söylersem, sanırım Kırmızı Pazartesi'nin karakterlerini diğer kitaplarında henüz bulamasak da mahalledeki meraklı gözlerin, mektup bekleyen albayı izleyen gözlere benzer yaşamlar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu da yazarın gözlem gücünün ve çevresinde olan biten insan ilişkileri, tepkileri ve hükümet baskılarını romanlarında ne kadar iyi harmanladığının kanıtı olsa gerek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder