Kitap adı: Madam Bovary
Yazar adı: Gustave Flaubert
Orijinal adı: Madame Bovary
Ülke: Fransa
Özgün dili: Fransızca
Anadilinde 1. Baskı: 1857
Okuduğum baskı: Yakamoz Yayıncılık, 1. Baskı, 2009, Çeviri: Erdener Tunalı Madam Bovary, realizm ilk örneklerinden olup bovarizm isimli bir akımın öncüsü olmayı başaran, edebiyat dünyasının en nadide eserlerinden biridir. Kitabı tek cümleyle betimle desen şunu söylerim: Kitap tam anlamıyla kalite kelimesinin sayfalara yansımış hali. Konusuna gelince, romantizme tepki olarak yazılmış roman ve evli bir kadının yaşadığı yasak aşkları anlatıyor.
Baş kahramanımız Emma Bovary'nin psikolojik iniş çıkışlarını da gözlemliyoruz kitapta, hayal dünyasında yaşayan bu kadının hüsran dolu sonunun sırf kendine değil, eşi ve çocuğuna verdiği zararı da. Kitabın aslı ahlak anlayışını sorgulayan Flaubert'in anlatmak istediği toplumsal mesajlara dayanıyor ve bu sorgulama veya eleştiri de diyebiliriz,yazarın mükemmeliyetçi betimlemeleriyle birleşince ortaya Madam Bovary isimli eser çıkıyor.
Emma, Charles, Berthe Bovary; Leon, Rodalphe, eczacı ve din adamının düşündüren atışmaları...
Umarım okursun ki okumazsan kaçıracağın şey, yalnızca evli bir kadının alelade yasak ilişkileri değil, bir devrin ahlaka bakış açısı ve kişilerin inişli çıkışlar durumlar karşısında değişen psikolojilerinin analizi ve davranışları, burjuva sınıfının beklentileri ve gözlerine inen perde, seven insanın ihanet ve ölüm arasında gelgit yaşayan acısı, ailenin düştüğü hatayla bir çocuğun geleceğinin nasıl tamamen değişebildiği ve böylece sırtımızı yasladıklarımızın bir anda ellerimizin arasından gidebileceğinin açık kanıtı gibi pek çok derinliği çözümleme fırsatı olacaktır.
Romanın sonlarına doğru bazı akımlara tepki olarak veya bazılarının sürdürülebilirliğine destek olarak yazılan tüm cümlelerin yanı sıra fark edeceğin bir nokta daha var; tam da bunu kendi hayatımda fark etmeye başladığım sırada Madam Bovary'i okumam hüzünle karışık huzur yaydı içime ki senin de bunu er ya da geç tattığında Flaubert'in Madam Bovary'sini biliyor olmanı tavsiye ederim: Bazen çok güvendiklerimiz, hayatımız rayından çıkınca Dünya'yı oluşturan toz bulutu misali bir anda ortadan kaybolabiliyorken, hiç umut beslemediğimiz, hani o hep ayrıntılarda kalan insanlar, bir anda kalkıp elini omzuna koyup, buradayım, yanındayım hissini yaşatabiliyorlar. Sanırım Emma'nın büyük aşkı Rodolphe mışıl mışıl uyurken, Leon her ne kadar Emma'yı sevmiş olsa da ölümünün ardından evlenip yuva kurmuşken, Charles'in ihanetini öğrendiği aşkının bir tutam saçı elindeyken acıdan gelen ölümü bunun bariz bir kanıtıdır.
----------------------------------------------------------------------------------------------------
Romana dair birkaç ince detayın yorumunu da bırakıyorum buraya, göz atasın diye:
"Doktor Charles Bovary, hastalarından birinin kızı olan Emma ile evlenerek küçük bir kasabaya yerleşir. Macera, eğlence ve heyecan tasarlayan Emma, burada sıkılınca, başka bir kasabaya taşınır. Leon adında bir genç, Emma'yı sever. Fakat Emma, Rodalphe adında zengin bir malikane sahibiyle ilişki kurar. Rodalphe ile evlenip uzak ülkelerde macera yaşamayı önerse de, bir gün Rodalphe ortalıktan kaybolur. Terk edildiğini anlayınca bunalıma girer, beyin humması geçirir. İyileşince Paris'ten dönen Leon'la karşılaşır. Onunla yasak, maceralı, lüks bir yaşam sürmeye başlar. Gizlice yaptığı borçlarını ödemeyince yine bunalıma girerek intihar eder. Önceleri intiharın nedenini anlayamayan kocası Charles, bir gün Madam'ın sevgililerinden gelen mektupları görür, gerçeği anlar. bu üzüntüye dayanamaz, ölür.
"Ah! Aslında ahlak iki tanedir ya!.. Biri, küçüğü, insanlarınki, durmadan değişir, avaz avaz bağırıp ortalığı velveleye verir, gördüğümüz şu ahmaklar topluluğu gibi aşağılık bir şeydir. Öbürü, ölümsüz olanı bizi kuşatan manzarayla bizi aydınlatan mavi gökyüzü gibi bütün çevremizde, üzerimizdedir." " (Flaubert 2009: Arka Kapak Yazısı)
Bazılarımızın yalnızca romanlardan tanıdığı Saint-Jean Tepesi'ni (Flaubert 2009: 65) de Santro Pietro Kilisesi'ni de öyle bir betimler ki Flaubert, oralarda yaşamış hissine kapılmaktan kendini alamazsın. İşte bu yüzden, Flaubert'in romandaki üslubu okudukça rahatlatır beynimizdeki tüm kurguları dahi. Hatta, bu dinginleştirici ve psikolojiyi düzeltici etkisinin kanıtlandığına dair bir yerde bir şeyler okuduğuma yemin edebilirim. "Santro Pietro Kilisesi'nin fil ayaklarının kalınlığı, Tivoli Köşkü'nü, Vesuvio Yanardaği'nı, Castellemare'yi, Cassino'yu, Ceneviz güllerini, ay aydınlığında Colesseum'u ballandır ballandıra nalatıyordu." (Flaubert 2009: 48)
"Bunların ruhunda babalarının nasırlaşmış ellerinden bir şeyler kalmıştır." (Flaubert 2009: 62)
19. yüzyıl Fransa'sının ahlak anlayışına karşı tepkisinin ortaya koyan Flubert sert bir şekilde yargılansa da zamanla değerinin anlaşılması kaçınılmazdır. Bu eleştirilerin içinde yalnızca ahlak sistemine dair yaptığı taşlamalar değil, burjuva yaşamı ve dine dair değindiği bakış açıları da etkilidir. Romanda eczacı ve papazın arasındaki çatışmalarda eczacının söyledikleri de buna bir örnek olsa gerek:
"Dinim var benim dinim, dedi. Kendi dinim. bütün o yalancılardan, hokkabazlardan daha da dindarım ben! Tanrı'ya tapınırım! Yüce Varlık'a, bir Yaradan'a inanırım; ne biçim olursa olsun, önemi yok... Bizi yeryüzüne vatandaşlık, aile babalığı ödevlerimizi yerine getirelim diye yerleştirmiş bir Yaradan'a. Bunun için kiliseye gitmeme, gümüş kapları öpmeme, bizden daha iyi yiyip içen birçok düzenbazı cebimden beslememe gerek yok! Çünkü insan Yaradan'ı, eskiler gibi, koruda, tarlada, gökyüzü seyrederken bile yüceltebilir. Benim Tanrı'm, Sokrates'in, Franklin'in, Voltaire'in, Beranger'nin Tanrısı! Savoie'lı Bir Yardımcı Papazın İnanç Aşılaması'ndan, 89'un ölmez ilkelerinden yanayımdır ben! Onun için, elinde kamış sopa, topraklarında dolaşan, dostlarını balinaların karnına koyan, bir çığlık atarak ölen, üç gün sonra da dirilen babalık bir Tanrı'ya inanmıyorum. Bunlar baştan aşağı saçma, ayrıca da doğa kurallarına karşıt şeyler. Bu da bize, dolayısıyla, papazların öteden beri hep korkunç bir bilgisizlik içine gömülüp çürüdüklerini gösterir. Onlar kendileriyle birlikte halkı da bu bataklığa çekip boğmaya çalışırlar." (Flaubert 2009: 72)
Belki de roman boyunca eleştirdiğimiz yasak aşıkların bazı sözleri en azından empati kuracağımız bir yanları olduğunu kanıtlar adeta:
" Leon: -Hiç başınıza geldi mi, diye sordu. Eskiden aklınızdan geçmiş belli belirsiz bir düşünceye bir kitapta rastlarsınız, uzaktan gelen bulanık bir hayalin, en ince duygunuzun hepten ortaya serilişi gibi." (Flaubert 2009: 78)
Emma'nın Charles'i yerle bir eden yasak aşklarına yol açan ilk düşüncelerinin aşkı huzurda değil, tutku ve macerada aramasında saklı olduğunu açıkça göstererek yazar, kafamda soru işaretleri yaratmaya başlamıştı: "Emma'ya gelince, onu (kocasını) sevip sevmediğini kendi kendine hiç sormamıştı. Ona göre, aşk yıldırımlarla, şimşeklerle birdenbire gelirdi; insanın üzerinde göklerden boşanan, yaşayışını alt üst eden, bütün güçlerini elinden birer yaprak gibi yolan, gönlünü olduğu gibi uçurumlara sürükleyen bir kasırga. Bilmiyordu ki oluklar tıkanmışsa evlerin taraçasına yağmurdan göller oluşur. O böyle, güven içinde otururken, birdenbire duvarda bir çatlak gördü." (Flaubert 2009: 93) Emma'nın vazgeçemedikleri gerçekten derin izler miydi yoksa yasak aşkın çekiciliğinden ibaret mi? Bu da kitabı okuyanları ikiye bölecek soru olsun o hâlde :) Flaubert'in bu konu hakkındaki yorumu ise bence açık: "En tatlı öpüşler dudaklarınızda daha derin bir zevkin erişilemez isteğini bırakıyordu ancak." (Flaubert 2009: 271)
"Gerçekten, kimse hiçbir zaman isteklerini, kavramlarını, acılarını tam ölçüsüyle belirtemez; insaın dili çatlak bir kazan gibidir, biz yıldızları duygulandırmak isterken ayıları oynatarak ezgiler överiz." (Flaubert 2009: 183)
Charles'e gelince, sanırım yaşadığı acının ihaneti öğrenince ne boyutlarda katlandığını düşündüm de, ölürken elinde tuttuğu Emma'ya ait olan bir tutam saç sanırım bu tarif edilemez durumu anlatmaya yetiyordu...
Olay örgüsünü irdelemek, Bovary'nin yaşadıklarını okuyarak bize katacakları için sadece bir aracı olabilir bence çünkü o içinde uyandıracağı sorgulamaları, zıt kavramlar arasındaki uyumu, paralel anlayışlar arasındaki çatışmayı ve okuyucuya katacağı edebi hazzı ancak Flaubert'i okuyarak benimseyebilirsin. Benim tezim hep şundan yanadır: Satırlar olayları, satırların arası ise ana fikri sunar ve ne demiş yazar: "Gece insana öğüt verir." (Flaubert 2009: 220) Ha bu arada, Emma'yı anlamaya çalışırken realist bakacak olursak, olan Berthe'ye oldu aslında (Charles Bovary ve Emma Bovary'nin kızı).
‘’Asıl acınacak şey dedi; lüzumsuz bir ömrü sürüklemektir.’’
YanıtlaSil‘’Gerçekten de, gece, lamba yanıp rüzgâr camları sarsarken, bir kitap alıp ateş başına oturmaktan daha güzel bir şey var mıdır?’’
Modern romanın temsilcilerinden olan Gustave Flaubert'in ''Madam Bovary'' adlı romanından en sevdiğim yirmi alıntıyı okumanız için sizinle de paylaşmayı isterim: http://www.ebrubektasoglu.com/yazi/gustave-flaubert-madam-bovary-romanindan-20-sahane-alinti/
Keyifli okumalar dilerim,
edebiyatla ve sağlıcakla kalın.