Kitap adı: Kırmızı Pazartesi
Yazar adı: Gabriel Garcia
Marquez
Orijinal adı: Crónica de Una
Muerte Anunciada
Ülke: Kolombiya
Ülke: Kolombiya
Özgün dili: İspanyolca
Anadilinde 1. Baskı: 1981
Okuduğum baskı: Can
Yayınları, 55. Baskı, 2017, Çeviri: İnci Kut
Kırmızı Pazartesi, Gabriel Garcia Marquez’in bir solukta
bitirdiğim ilk romanı olmakla beraber bu durum sayfa sayısının azlığından
değil, hikâyenin akıcılığından kaynaklanıyor. Kitabın ilk sayfasında da
belirtildiği gibi, Kırmızı Pazartesi “işleneceğini herkesin bildiği bir cinayetin
öyküsü”dür. Öyleyse romanın heyecanı nerede diyebilirsiniz fakat daha ilk
sayfalarda kimin kimler tarafından öldürüleceğinin bilinmesi, kitabın okuyucuya
yaşattığı heyecanını bir tutam dahi eksiltmiyor. Bunu yazarın dilindeki
başarıya bağlamak mümkün fakat daha önemlisi yazarın gözlem gücü denebilir.
Şöyle ki, kitapta anlatılan hikâye gerçekten yaşanmış bir olayı anlatıyor ve bu
yaşanmışlık yazarımızın çocukluğuna tekabül ediyor. Gabriel Marquez’in
çocukluğunu geçirdiği kasabada yıllar önce yaşanmış bir cinayet var ortada ve
yazar çocukken tanık olduğu bu olaya dair pek çok detay ile Kırmızı Pazartesi’yi
yazıyor. Dahası, Kırmızı Pazartesi 1982 Nobel Edebiyat Ödülü’nü almıştır.
Kitabın konusunu somut bir yaklaşımla özetlemek gerekirse, baş kahramanımız Santiago Nasar, kendisi hariç tüm kasabanın haberdar olduğu bir cinayete kurban gitmiştir. Kurban diyorum çünkü masum olup olmadığı kesin bir dille belirtilmese de yazar, Santiago Nasar’ın masumiyetine inandığını belli ediyor satır aralarında. Olayın yaşandığı kasaba kapalı bir zihniyete mensuptur ve namus kavramı her şeyden önemlidir lâkin bu namus kavramı tahmin edebileceğiniz gibi yalnızca onur ve dürüstlükten ibaret değildir, aynı Türkiye gibi namus bekaret ile ilişkilendirilmiştir. Santiago Nasar cinayeti de kelimenin tam anlamıyla bir namus meselesidir.
Kitabın konusunu somut bir yaklaşımla özetlemek gerekirse, baş kahramanımız Santiago Nasar, kendisi hariç tüm kasabanın haberdar olduğu bir cinayete kurban gitmiştir. Kurban diyorum çünkü masum olup olmadığı kesin bir dille belirtilmese de yazar, Santiago Nasar’ın masumiyetine inandığını belli ediyor satır aralarında. Olayın yaşandığı kasaba kapalı bir zihniyete mensuptur ve namus kavramı her şeyden önemlidir lâkin bu namus kavramı tahmin edebileceğiniz gibi yalnızca onur ve dürüstlükten ibaret değildir, aynı Türkiye gibi namus bekaret ile ilişkilendirilmiştir. Santiago Nasar cinayeti de kelimenin tam anlamıyla bir namus meselesidir.
Romanın içeriğini
biraz da detaylı şekilde inceleyelim: Angela Vicario namusun bekaretle
ölçüldüğü kapalı bir zihniyetin içinde tam bir ev kızı olarak yetiştirilmiştir
ve dört kız kardeşin en güzelidir. Kasabaya zengin ve merak uyandıran Bayardo
San Roman isimli bir yabancının gelmesi ve evlenmek arzusuyla kendisine bir eş
aradığını beyan etmesi ile olaylar gelişmeye başlar. Bu zengin ve gözde damat
adayı Bayardo San Roman, Angela Vicario’yu anne kız çıktıkları bir alışveriş
dönüşünde uzaktan görür ve o anda evlenmek istediği genç kızın Angela olduğuna
karar verir. Angela’ya kimse fikrini sormaz, dolayısıyla kasabada kadının eşini
seçme özgürlüğünün olmadığı da çok açıktır. Ailesi toplanır ve Angela’ya hiç
tanımadığı bu yabancı ile evleneceğini buyurur. Angela gönülsüzdür tabii ki fakat
tepkileri, duygusal boyutu ve kabullenişine dair detayları kitabı okuyunca
keşfetmenizi istiyorum. Sonuç olarak bu zengin yabancı ile güzel Angela görkemli
bir düğün ile evlenirler fakat düğünden birkaç saat sonra Angela’nın
bekaretinin olmadığı gerekçesiyle Bayardo San Roman onu baba evine geri yollar.
Ailesi Angela’ya bu namus sorununa kimin yol açtığını sorunca ise Angela’nın
onun bekaretini alan erkeğin ismini verdiği an, gerçeğin bu olup olmadığına
dair okuyucuyu düşünmeye itmektedir: “Kız, onun adını ancak söyleyebilecek
kadar bir süre duraksamıştı. Karanlıkların içinde aramıştı o adı, bu dünyada ve
öteki dünyada bribirine karışmış onca ad
arasından ilk bakışta bulup çıkarmıştı onu; tıpkı ölüm fermanı ezelden beri
yazılı olan iradesiz bir kelebekmiş gibi, isabetli bir atışla onu duvara
mıhlayıvermiş. ‘Santiago Nasar,’ demişti.” (Marquez 2017: 47). Santiago Nasar
kitapta narin ve efendi hareketleri ile betimlenmiştir ve anlatıcının Santiago
Nasar’ın yakın arkadaşlarından biri olmasından da kaynaklanan bir taraflılıkla,
Santiago’nun kendisinden gizli bir şey yapmayacağını ileri sürmesi de Angela’nın
gerçek aşkını korumak için Santiago Nasar’a iftira atmış olabileceği ihtimalini
güçlendirmektedir. Yine de kasabadaki herkesin yorumu birbirinden farklı olduğu
için Angela’nın aşkının Santiago olup olmadığı açık uçlu kalmıştır. Sonuçta
Angela’nın Santiago Nasar’ın ismini söylemesi ile Angela’nın erkek ikiz
kardeşleri Pablo ve Pedro Vicario, “namuslarını temizlemeleri” gerekçesiyle
Santiago Nasar’ı öldürme karar verirler ve işin ilginç yanı, bu kararı kimseden
saklamazlar. Her karşılarına çıkana Santiago’yu öldüreceklerini söylerler. İlk
başta inanmayanlar olduğu gibi bunun zaten yapılması gereken bir davranış
olduğunu düşünen bir kasaba halkı hayal edin. Santiago Nasar hariç kasabadaki herkes
ikizlerin öldürmek için onu aradığından yavaş yavaş haberdar olmuştur. Kitabın
en başında da saklanmadığı gibi ikizler en sonunda Santiago Nasar’ı vahşice
öldürürler. Santiago’nun ölmeden önce halasına verdiği cevap ise okuyucuda
sessiz fakat ihtişamlı bir etki bırakıyor, okuduğunda bana katılacağını tahmin
ediyorum.
İkizlerin cinayetin
ardından sorgulanma süreçlerinin kitabın sonunda yer almaması da kitabın
kronolojik sırayla ilerlemediği için okuyucunun gözünü açık tutması gerektiğini
gösteriyor. Kırmızı Pazartesi’yi sıradan bir cinayet romanı olmaktan çıkaran
daha pek çok detay bulunmaktadır. Bunların en önemlisi, ikizlerin Santiago’yu
öldüreceklerini herkese ilan etmelerinin arkasında, birilerinin onlara engel
olmalarını içten içe umdukları
gerçeğinin yatmasıdır. Gerçek hayatla okuyucu yüzleştiren acı durum ise kimsenin
bu cinayete engel olmamasıdır. Bu noktaları göz önüne alarak romanı okumanı
tavsiye ederim.
Romanın can alıcı noktaları,
namus kavramının tanımı, kadının özgürlüğünün kısıtlanarak ikinci planda insan
olarak toplum tarafından kabul edilmesi, aşkın bir duygudan ziyade öğrenilebilen
bir olgu olduğunu savunan kasaba halkı ve namus için işlenen cinayetin haklı
olduğunun sonuna kadar savunulduğu zihniyet olarak özetlenebilir. Toplumsal
sorunları hem ne kadar somut hem de ne kadar imgesel anlatmış Marquez…
Marquez’in, kitabı
kasabadaki farklı kişilerin bakış açısıyla yazması ve bir kişinin anlattığının
diğeriyle örtüşmemesi de okuyucunun soru işaretlerini kendisinin doldurması
gerektiğini açıkca gösteriyor. Mesela, cinayet günü için Albay Lazaro Aponte’nin
“Saatin neredeyse beş olduğunu, yağmur yağmaya başladığını kesin olarak
hatırlıyorum” (Marquez 2017: 54) şeklinde konuşmasına karşın, cinayeti işleyen
ikizlerden Pablo Vicario, sorgusunda cinayet günü için “Yağmur yağmıyordu.” (Marquez
2017: 59) demiştir. Yazarın romanında çok sık kullandığı röportaj tekniği
sonucu sunduğu bu tarz çelişkiler bizi açık bir şekilde düşünmeye ittiğinin kanıtı
bence. Bütün bu örnekler okuyucuyu sorgulamaya teşvik ediyor ve yalnızca bu
yüzden bile kitabı okuman gerektiğini düşünüyorum ki eğer anlatılanların içindeki
derinliği görebilirsen ve ayrıntıların ima ettikleri sorunları yakalayabilirsen
kitabın hakkını vermişsin demektir.
Son olarak, annelerinin Angela Vicario ve diğer
kızlarına söylediği, senin de okumanı istediğim, bir sözü vardı: “Kızlar,
geceleyin saçlarınızı taramayın, yoksa denize açılanlar geri dönmekte
gecikirler.” (Marquez 2017: 34)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder